28 Eylül 2009

Ben buraya güzel bir başlık bulurdum ama...

28 Eylül 2009
Nihayet İstanbul'dayım!
O nasıl bir yazdı yaa! Millet facebooka tatil fotoğraflarını koymuş, altında yorumlar "ay çok güzel bronzlaşmışsın, ay burası neresi, sahili çok güzelmiş, ay ne güzel alemlere akmışsınız" vs. Benim yazımı en iyi anlatan fotoğrafı ise komşumuzun 5 yaşındaki kızı çekti. Üstümde pijama, gözlerimi merakla pörtletip bakmışım televizyona Sultan'la Ferhat bu bölümde evlenebilecekler mi diye. Gerçi o fotoğrafta kilolarım belli olmuyor, mutluyum o yüzden. Bütün yazım kızgın kumlardan serin sulara atlayarak geçseydi bile o fotoğrafları facebooka koymazdım ben. Oramdan buramdan fışkıran yağları millete gösterip görsel kirlilik yaratmaya gerek yok zannımca.
....
Bu noktalar yerine uzuuuun bir yaz yazmıştım ama kendi eşekliğim yüzünden silmek zorunda kaldım. Çok güzel bir dedikodu malzemesi vardı elimde. Hatta bu konu üzerine onlarca yazı yazabilirim, içim de fena dolu anlatmam lazım birilerine. Ama salak ben, bir gün o şahsın bilgisayarından girip bakmıştım bloga. Geçmişten de silmeyi unuttuğumu hatırladım biraz önce. Meraklıdır o, kesin bakar nerelere girmişim, nelere bakmışım, neler yazıyor diye. Daha önce yapmışlığı da var. O yüzden her şey ortaya dökülmeden susmam en iyisi sanırım. Ama çok güzel malzemeler vardı yaaaa. Çok feci moralim bozuldu şimdi :(







İçimdekileri yazamadım ama en azından fotoğraf o konuyla alakalı olsun :)
Reklamlardan Sonrası...

10 Eylül 2009

Kalmadı buraya yazacak kelime...

10 Eylül 2009



ilk not: Yanlış şarkıyı seçtim belki bu gece dinlemek için. Şu anki halime uymayan cümlecikler var içinde.  Olsun. Onları da kendi içimde düzeltirim.



İnsanın iç organları acımaz diyorlar. Peki neden o kadar acıyor kalbim? Neden bacağımdan, başımdan değil de kalbimden yayılıyor bu sızı tüm bedenime? 


Benim gül yaprağı diye yuttuğum dikenmiş meğer. Takıldı boğazıma. Yutkunamıyorum. Yutkunmaya çalıştıkça daha da derine batıyor. Bağırmak istiyorum. Sanki ses tellerimin arasına böcekler yuva yapmış, onların cızırtıları çıkıyor sadece ağzımdan. 


Benim mi bu beden? Şaşırdım aynaya bakınca, tanıyamadım. Emin olmak için dizimdeki yaraya baktım. Çocukluktan kalan net hatıralarımdan biri... Duruyor yerinde. Yerinde durmayan ne peki? Neden bu kadar yabancı geliyor bu beden bana???


Ellerime bakıyorum... "Olmazsa yaşayamam"larım... "Yazamam" onlar olmazsa. Şimdi neden yazamıyorum peki?? Neden bu kadar zor dökülüyor kelimeler? Kırıldı sanki parmaklarım. Ben bir şeyler yazmaya çalışırken biri kapattı o taştan defteri. Parmaklarım arasında kaldı, parça parça oldular. Her kelimede kemik kıymıkları biraz daha işliyor etime. Acıyor... 


Neden her kelimenin kendine göre basit bir anlamı yok ki? Neden her kelimenin altına bambaşka anlamlar atıp, işimize gelince -ya da gelmeyince- o farklı anlamları yerinden çıkarıp, sokmuşuz ki karşımızdakinin gözüne? Neden hep yanlış anlamışız, yanlış anlatmışız, yanlış anlaşılmışız ki?? Bu yüzden ne çok yaralamış, ne çok yara almışız meğer...


Korkuyorum...
Sanki bu beden düşman olmuş bana. 
Gözkapaklarımın arkasına kar yağdırmış. Gözlerimi her kapatışımda çığlar düşüyor içime doğru. Altında kalıyorum. Bembeyaz... "Beyaz masumiyetin rengi" derler. Her renkten bir parça alan, nasıl masum olabilir ki?


Kulaklarım... Ben güzel melodileri dinletmek isterken ona, inatla uğulduyor. "Güzel şeyler duy biraz, rahatlayalım ikimiz de" diyorum. Beni bile duymuyor...


En azında içim ferah ferah koksun diyorum. Çocukken sobanın üzerinde yaktığım mandalina kabuklarının kokusunu hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Parfüm şişelerinin içine atıyorum kendimi, boğuluyorum. Sadece yanık kokusu geliyor burnuma. İs kaplıyor ciğerlerimi. Etrafı çiçeklerle donatmak istiyorum. Gül, hanımeli, yasemin...


Yaseminler duvara ya da ağaca dolanarak büyürlermiş. Ne güzel tek başına olmamak. Ne güzel, büyürken sırtını dayayabilmek bir şeylere.  "Duvar"ı, duvarlıktan çıkarıp yoldaş edebilmek kendine... Bir duvar için ne kadar güzel bir duygudur bu! Bir taş yığınıyken "destek" olarak görülmek... Ya da öyle olduğunu sanmak... 


Ya yasemin bilmezse duvarın varlığını? Ya derse "ben sen olmadan da büyürdüm, sen yanımdaydın sadece, destek değildin bana..."...


İşte o zaman ne acıdır duvar olmak... Yıkılır her şey. Depremler olur şehrinde. Ama sadece o yıkılır. Kendi altında kalır. Kendi taşlarının altında kırılır tüm kemikleri, un ufak olur bedeni. İşte en çok o zaman acır duvar. İşte en çok o zaman acı verir duvar olmak... 



Son not: Yazmaya korkar mı insan? Ben korkuyorum. Varsın istediği kadar acısın parmaklarım, istediği kadar derine işlesin o kıymıklar. Acısam da yazarım... Ama acıtmaktan korkuyorum.





Reklamlardan Sonrası...

9 Eylül 2009

Sandık Lekesi

9 Eylül 2009
Biraz önce aklıma eski yazılarım geldi. Gecenin bu saatinde üşenmeyip döktüm kolileri ve buldum aradığım defteri. Mavi-lacivert kapaklı bir defter... Aslında yazdığım her şeyin benim için büyük önemi vardır. (Burada böyle güzel saçmaladığıma bakmayın, düzgün şeyler de yazabiliyorum :) ) Ama o defter bambaşka işte. İnsan geçmişi silmek istiyor bazen ama yok, iyi ki yaşamışım o dönemi diyorum. Yoksa o yazıları yazamazdım ben. Bir daha da yazamadım zaten. İnsan asıl içindekileri anlatamadığı zaman güzel şeyler yazıyor. Ve benim "sustuğum" başka bir zaman olmadı hayatımda... İyi ki yaşamışım, iyi ki yazmışım... Yaşamasaydım, belki bulamayacaktım şimdiki güzelliklerimi...


"Seni düşündükçe, siyah bir zeytin tanesi gibi düşüyorsun gözlerime, etrafı tarçın kokusu sarıyor. Penceremin önünde bir ceviz ağacı..." diyerek bitirmek istiyorum... O defterdeki  "son yazı"mı bitirdiğim gibi =)


En dipteki not: Son paragrafın anlam kazanması için bunu da belirtmeden geçmeyeyim dedim. Hayatımda en çok nefret ettiğim, gördüğümde ya da kokusunu aldığımda bile midemi altüst eden 3 şey: zeytin, tarçın ve ceviz =)

Reklamlardan Sonrası...

Birileri birilerini gözetliyormuş meğersem!


Bugün bir haber dolanıyordu ortalıkta. “Genç kızlara BBG tuzağı”… Önce Radikal’den mailime gelen bültende gördüm haber başlığını. Ama “kesin yurtdışında olmuştur” falan diye düşündüm ve bakmadım ayrıntılara. (Neden böyle düşündüğümü de anlamış değilim. Sanki benim ülkemde her şey çok normal, kimse kimseyi kandırmıyor, kimse kimseye kanmıyor vs.) Sonra birkaç haber sitesinde daha karşılaştım aynı haberle. İnat ettim ya, bakmadım yine. Zaten her yeri sel almış, millet çatılarda kurtarılmayı bekliyor. Durum böyleyken haberlerin “magazin” kısımlarıyla fazla ilgilenmeyeyim dedim. (Normalde bakarım, ne yalan söyleyeyim. Çok eğlenceli haber başlıkları oluyor bazen. Hatta geçen gün “Bred Pitt 9 kere ölmüş” yazısını görünce “oha lan ne demek bu” diye atladım haberin üstüne. Oynadığı filmlerin dokuzunda öldüğünü anlatmak istemişler. Devamını okumadım tabi. Neyse epey dağıttım konuyu.) İşte bu inadım akşam haberlerine kadar sürdü. Ve Ali Kırca’nın sakalsız halinden öğrendim ki İstanbul’da olmuş bu olay.
Bizim cici kızlarımız Fox TV’de yayınlanacak diye duydukları BBG formatında bir yarışma için başvurmuşlar ve çok cici 9 kızımız yarışmaya katılmaya hak kazanmış. Riva’daki bir villaya götürmüşler kızlarımızı. Doğal olarak bir de sözleşme imzalatmışlar “kendi isteğiyle çıkan 50 bin TL ceza ödeyecek” diye. 2 ay boyunca kimseyle görüştürmemişler ve bu süre içinde kızların evdeki kameralarla çekilen birbirinden güzel görüntüleri de bir internet sitesinde para ve kontör karşılığı satılmış.


Kızlardan birinin ailesi 2 ay boyunca kızlarından haber alamadıkları için programın yapımcılarına ulaşmaya çalışmış. Kimseye ulaşamayınca da jandarmaya haber vermişler. Jandarmanın verilen adrese gitmesiyle de kurtulmuş kızlar.
Radikal’de, jandarma oraya gittiğinde kızların cama vurup “yardım edin” diye bağırdıkları yazıyor. Ama benim asıl dikkatimi çeken bu değil…


Evet, aslında bu konuyla ilgili söylenecek çok şey var. İnsanların yarışmalara karşı olan zaafı,  BBG ve benzeri yarışmaların mantığı vs. Ama bu konuya girmeyeceğim, girersem çıkamam.


Bu arada şunu da itiraf edeyim. Bir dönem ben de seyretmiştim BBG’yi. Ev arkadaşımla, sırf diğer ev arkadaşımızı gıcık etmek için seyretmeye başladık BBG 3’ü. Sonra da bağımlılık yapmıştı. Oradaki Umut’a aşık olmuştum, arkadaşım da Kaan’a. Bu da başka bir izleme nedeni tabi. Hatta yarışmadan birkaç sene sonra kendisiyle internette tesadüfen tanışıp görüşmüştük bir süre. Konuştuğum Umut’un o Umut olduğunu anlayınca yaşadığım şoku anlatamam. BBG için “hayatımdaki saçma bir dönemdi, geldi geçti” demişti.


Neyse… Yine epey dağıttım konuyu. Ben bu haberle ilgili en büyük şoku akşam televizyonda seyrederken yaşadım. Yarışmacı (!) kızlarımızdan biri, annesiyle birlikte karakoldan çıkarken olayın ayrıntılarını soran muhabire şöyle dedi. (Cümleleri tam hatırlamasam da içerik böyleydi.) “ Arkadaşlar yalan söylüyor. Biz orada zorla tutulmadık. Gitmek isteyen olursa gidebilir dediler. Hatta cep telefonlarımızı da kullanabiliyorduk.” Annesi de onayladı bu kızımızı.


E be kardeşim, bu laftan sonra ben ne diyeyim ki sana. Yarışma diye gitmişsin, hiç mi dikkatini çeken bir şey olmadı? Yarışmalarda “eleme” diye bir durum vardır, kimsenin elenmemesi hiç mi dikkatini çekmedi? Hangi yarışmada, yarışmacının eline telefon verip “al kullan istediğin gibi” denir ki? Hadi safsın, anlamadın diyelim, o kadar süre içinde telefonda milletle konuşurken hiç mi sormadın yarışmayı izleyip izlemediklerini?  Ya da her şeyi anladın diyelim, yarışma olmadığını, kandırıldığınızı vs. Ne diye devam ettin ki o evde kalmaya?


Ya bunların hepsine bir bahane bulunabilir belki. Ama her şey çıkmış ortaya, kandırılmış, çıplak görüntüleri internette satılmış falan. Ya bu durumdan kurtulan bir insanın (Kandırıldığını olay ortaya çıkınca bile fark etmiş olsa) söylemesi gereken şeyler mi bunlar??? Yok zorla tutulmadık, yok arkadaşlar yalan söylüyor falan. Kimi savunuyorsun ki sen??? Sana zarar veren kim, yalan söylüyor dediklerin kim??? Ben asıl bunu çözemedim işte.


Anneye ne demeli? Hadi gencecik kızını ne olduğunu bilmediğin bir yarışmaya göndermişsin, sen de inanmışsın buna diyelim. Ya hangi anne kızının çıplak görüntüleri orada burada dolanırken, buna neden olan insanları savunabilir ki??? Ben bunu anlamıyorum işte.


Off yazamadım yine. İstediğim gibi yazamadım daha doğrusu. Ben böyleyim işte. Sinirlenince ya da çok mutlu olunca bulamam doğru kelimeleri. Neyse yazdım işte, olduğu kadar…
Reklamlardan Sonrası...

5 Eylül 2009

Biri beni uyandırsın!!!

5 Eylül 2009

Kendimi bildim bileli hep saçma sapan rüyalar görürüm. Hani derler ya “romanlara konu olacak türden” diye, yok öyle değil benimki. Benimkiler fıkra niyetine anlatılır genelde. Arkadaşlar sağolsunlar, benim olmadığım ortamlarda, benim tanımadığım kişilerin yanında bile “ay bizim bir arkadaş var Yeniyetme diye,  geçenlerde şöyle şöyle bir rüya görmüş” diye reklam ederler beni. İsmim cismimden önce tanınır yani. O ortamda bulunan biriyle tanışma faslım da, “aaa o sen misin?” cümlesine eşlik eden salakça bir gülümsemeyle başlar.
Geçen gece yine öyle bir rüya gördüm ki, kendi kendime sormadan edemedim “lan Yeniyetme, ne var senin bilinçaltında??” diye.
Malum, evlenme çabalarındayım bu aralar. (“Bir an önce evleneyim, yoksa evde kalıcam” şeklinde bir çaba değil bu.) E, her gelin adayının da hayalinde bir düğün vardır. İşte kendi hayalimdeki gibi bir yerdeydim rüyamda. İşin güzel yanı da evlenen bendim. Allahım o ne güzellikti öyle. Etraf yemyeşil, tertemiz bir göl, gölün kenarına, bir kısmı da gölün üzerine gelecek şekilde yapılmış ahşap bir platform. E, öyle bir yerde de kafalarını tavuskuşu gibi yapmış kadınların ortada Ankara havası oynadığı bir düğün yapılmaz. Çok hafif bir müzik, herkes gayet şık. En güzel tarafı da, bu düğün için sadece 32 TL harcamışız. Hatta babam o kadar çok para ayırmış ki, kalan parayla bana çok şık, üzeri pırlanta işlemeli bir çanta almış.


Neyse işte, ben gölün diğer tarafından seyrediyorum bu manzarayı. Eee, gelin dediğin biraz geç girer değil mi salona? Gelin odasında bekliyorum. Çok yakın bir arkadaşım da (bu yazıda To diye bahsedelim ondan) yanımda, makyajını tazeliyor. Hatta evleneceğim insanla da To tanıştırmış beni. Buraya kadar her şey çok güzel. Ama o da ne??? Müstakbel eşim bir bayan! (Ama o anda bu o kadar normal geliyor ki bana, öyle büyük bir aşk var yani ortada) Üzerinde gelinlik, salına salına dolanıyor o da gelin odasında. İkimiz de o kadar mesuduz ki!


Ama mutluluklar kısa sürer değil mi? O arada diğer gelinin birkaç yakını gelin odasının önünden geçiyor platforma doğru gitmek için. Benimki onları görünce heyecanla koşuyor onlara doğru “aaa siz mi geldiniz” diye çığırarak. Şalap şulup öpüşüyorlar. (Kıskandım mı ne?) Sonra da onların peşine takılıp güle oynaya yürümeye başlıyor diğer davetlilerin yanına doğru. Benim bütün sinir sistemim yerinden oynuyor tabi o anda. Koşa koşa gidiyorum yanına. Başlıyorum söylenmeye “salak mısın sen, bizim birlikte girmemiz lazım oraya, hiç düğün kurallarını bilmez misin sen” falan diye. Ama meğer o benden daha cazgırmış. Bir güzel cırlayıp kavga ediyoruz orada. (Rezil karı. Bak yine sinirlerim bozuldu.) “Yok ben gelemem böyle şeye” diyip resti çekiyor ve ayrılıyorum. Dönüyorum gelin odasına. To da beni teselli etmeye çalışıyor, kendini suçluyor bir yandan da. O tanıştırdı ya bizi… Böyle olacağını bilsem tanıştırmazdım triplerinde. Bu sefer ben onu teselli etmeye çalışıyorum, senin bir suçun yok, onun öküzlüğü, hayvanlığı, gerizekalılığı falan diyerek.


Bu kadar olayın üstüne davetlilere bir açıklama yapmak lazım ama biz onu da yapmıyoruz. “Hadi gidelim” diyerek To’yla çıkıyoruz dışarı. Biniyoruz arabaya. Biraz ilerledikten sonra, hala gelinlikle dolanmak garibime gitmiş olacak ki, üstümü değiştirmeye karar veriyorum. Arabayı durduruyoruz ve dışarı çıkıp camları bir şeylerle kapatmaya çalışıyoruz. Güya ben arabada üstümü değiştirirken To da bir yandan dışarıyı kontrol edecek. Ben tam kapıyı açıp arabaya binecekken arkadan nur yüzlü bir amca geliyor yanımıza. Nur yüzlü dediysem, öyle beyaz sakallı, Sırlar Dünyası’ndan fırlamış gibi bir amca değil. Bildiğin yurdum amcası işte. Nasıl masum bir yüzü var. Sanki Var mısın Yok musun’a katılmışız da, o yarışırken biz 500binlik kutuyu açmışız da, canın sağolsun üzülme, senin suçun yok der gibi bir ifadeyle bakıyor yüzümüze. Adamın arabası mı bozulmuş ne, bizim arabaya binmek istedi. Bu devirde öyle her önüne gelen alınmaz arabaya ama adam bize o bakışla nasıl bir güven verdiyse artık, hemen tamam diyip üçümüz biniyoruz tekrar arabaya.


Devamını çok merak ettim, hala da ediyorum. Biz çıktıktan sonra düğün yerinde neler oldu, kim kime nasıl bir açıklama yaptı, o amca kimdi vs… Ama telefonun sesiyle uyandım işte. (Arayan da bir başka yakın arkadaşımın eski sevgilisi. Gerizekalı yaptığı onca şerefsizlikten sonra benden kızın numarasını istiyor.) Tekrar uyumaya çalıştım belki devamını görürüm diye. Uyudum ama bu sefer de rüyamda facebook profilimin bir hacker tarafından ele geçirildiğini gördüm. Tatmin etmedi yani.


To’ya anlattım bu rüyamı. Ben onun gazetedeki yorumcular gibi bir yorum yapmasını beklerken “lan nerden çıktı bu lezbiyenlik durumu?” dedi. Korktum valla. Artık neler dönüyorsa bilinçaltımda. Tamam, arada beğendiğim bayanlar falan olur ama valla kötü bir niyetle bakmadım ben hiçbirine. Töbe töbeee


Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, babamın bana aldığı pırlantalı çanta çok şıktı. Normalde beğenmem öyle şeyleri ama bu bambaşkaydı ya. Nerde satılır ki o? Çakmasına bile razıyım…
Reklamlardan Sonrası...

2 Eylül 2009

Yaz Saçmalamacası

2 Eylül 2009

Nihayet eylül ayına girdik de yavaş yavaş serinlemeye başladı hava. Herkes mayıs haziran gibi başlarken "yaz geliyo heyoooo" diye şarkılar söylemeye, ben o dönemlerde depresif bir ruh haline bürünüyorum nedense. Ben de onlar gibi egeymiş akdenizmiş dolanabilsem belki severim bu mevsimi. Gerçi ben de egedeyim şimdi ama denize girebilmek için erkenden kalkıp 1.5 saat yol gitmek gerekince (ve bir de çevremdekiler buna üşenince) bikinimi giyip balkonda güneşlenesim geliyor. Çok sıkıcı ya!



Hele bir de akşam gezmeleri yok mu... Evler çok sıcak ya, çıkıp hava alalım bahanesiyle cümbür cemaat toplanıp, küçük, sevimli(!) bir aile çay bahçesine gideriz genelde. Gelenlerden birinin elinde bir torba çekirdek vardır zaten. Masanın üstüne yayılır peçeteler. Kabuklar için... (Çevreyi kirletmeyiz biz, giderken de hepsini bir güzel toplar çöpe atarız) O çıtçıt seslerinin muhabbet et kolaysa... "Aaa, bilmemne hanım ev değiştirmiş duydunuz mu?" "Hee duydum, teee şuradaymış yeni evi." (Bu "tee şurada", dudakların arasına sıkıştırılmış çekirdek kabuğuyla da gösterilir aynı zamanda.)



Bir de çekirdek yemediğin zaman üzerine yönelen suçlayıcı bakışlar yok mu... Sanki ben çekirdek yiyince Kürt sorunu falan ortadan kalkacak, Deniz Baykal siyasetten çekilecek, Hülya Avşar'la Gülben Ergen'in arasındaki buzlar eriyecek... Yok kardeşim istemiyorum! Ben sevmem öyle ev dışında bir yerde çekirdek yemeyi. Bir elimle kabuk atarken, diğer elimle yeni çekirdeği ağzıma götürürüm ben. Bazen ayıkladıklarımı ağzımda biriktirir, taşmak üzerelerken hepsini birlikte yerim. Ben böyle yaparken bir soru sorsanız bana, size cevap vereceğim derken dört bir yana saçılır hepsi. Eee, o zaman ne olacak benim "hanım hanımcık kız" imajıma?? Zaten arada size "tuzlu çekirdek yiyince öpüşürken zevk almıyorum" diye Ersin Korkut repliği atasım var ama, ah o imajım yok mu, susuyorum işte...



Bir de ramazan girince yazın içine, iyice garipleşti durumum. Salça yaparken oruçlu olanlar var diye domates de yiyemedim zaten.



Neyse ki yaz bitiyor, eylül geldi ve dizilerin yeni sezon bölümleri başlayacak. Hayatıma bir renk katılacak böylece. Yaz boyunca Cennet Mahallesi ve Arka Sokaklar'ın izlemediğim bölümü kalmadı sanırım. Şimdi merakla bekliyorum, Behlül'le Bihter'i kim gördü, Samim'le Meliha'nın durumu ne olacak... Ayrıca Ali Rıza Bey, yaşadığı o kadar şeye rağmen kalp krizinden ölmedi ya, Ferhunde'yi o evde görünce de bir şey olmazsa, adamın cyborg olduğundan emin olacağım. Bak şimdi iyice merak etmeye başladım, yeni sezon bölümü bu akşamdır umarım.

Yaşasın! Yaz monotonluğumun bugünkü son eksiği de tamamlandı ve annem bu saatte hala yatmadığım için kızdı bana :) (Saat 06.06, biri beni düşünüyor :) ) Sanki sabah erken kalkınca çok yol alacağım :)



Satırlarıma "yaz bitiyo heyoooo" diye çığırarak son veriyorum. Erkenden yatayım da Yaprak Dökümü başlayana kadar uykumu almış olayım. Saati mi kursam acaba??






Reklamlardan Sonrası...
 
...YeniYetme... © 2008. Design by Pocket