10 Eylül 2009

Kalmadı buraya yazacak kelime...

10 Eylül 2009



ilk not: Yanlış şarkıyı seçtim belki bu gece dinlemek için. Şu anki halime uymayan cümlecikler var içinde.  Olsun. Onları da kendi içimde düzeltirim.



İnsanın iç organları acımaz diyorlar. Peki neden o kadar acıyor kalbim? Neden bacağımdan, başımdan değil de kalbimden yayılıyor bu sızı tüm bedenime? 


Benim gül yaprağı diye yuttuğum dikenmiş meğer. Takıldı boğazıma. Yutkunamıyorum. Yutkunmaya çalıştıkça daha da derine batıyor. Bağırmak istiyorum. Sanki ses tellerimin arasına böcekler yuva yapmış, onların cızırtıları çıkıyor sadece ağzımdan. 


Benim mi bu beden? Şaşırdım aynaya bakınca, tanıyamadım. Emin olmak için dizimdeki yaraya baktım. Çocukluktan kalan net hatıralarımdan biri... Duruyor yerinde. Yerinde durmayan ne peki? Neden bu kadar yabancı geliyor bu beden bana???


Ellerime bakıyorum... "Olmazsa yaşayamam"larım... "Yazamam" onlar olmazsa. Şimdi neden yazamıyorum peki?? Neden bu kadar zor dökülüyor kelimeler? Kırıldı sanki parmaklarım. Ben bir şeyler yazmaya çalışırken biri kapattı o taştan defteri. Parmaklarım arasında kaldı, parça parça oldular. Her kelimede kemik kıymıkları biraz daha işliyor etime. Acıyor... 


Neden her kelimenin kendine göre basit bir anlamı yok ki? Neden her kelimenin altına bambaşka anlamlar atıp, işimize gelince -ya da gelmeyince- o farklı anlamları yerinden çıkarıp, sokmuşuz ki karşımızdakinin gözüne? Neden hep yanlış anlamışız, yanlış anlatmışız, yanlış anlaşılmışız ki?? Bu yüzden ne çok yaralamış, ne çok yara almışız meğer...


Korkuyorum...
Sanki bu beden düşman olmuş bana. 
Gözkapaklarımın arkasına kar yağdırmış. Gözlerimi her kapatışımda çığlar düşüyor içime doğru. Altında kalıyorum. Bembeyaz... "Beyaz masumiyetin rengi" derler. Her renkten bir parça alan, nasıl masum olabilir ki?


Kulaklarım... Ben güzel melodileri dinletmek isterken ona, inatla uğulduyor. "Güzel şeyler duy biraz, rahatlayalım ikimiz de" diyorum. Beni bile duymuyor...


En azında içim ferah ferah koksun diyorum. Çocukken sobanın üzerinde yaktığım mandalina kabuklarının kokusunu hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Parfüm şişelerinin içine atıyorum kendimi, boğuluyorum. Sadece yanık kokusu geliyor burnuma. İs kaplıyor ciğerlerimi. Etrafı çiçeklerle donatmak istiyorum. Gül, hanımeli, yasemin...


Yaseminler duvara ya da ağaca dolanarak büyürlermiş. Ne güzel tek başına olmamak. Ne güzel, büyürken sırtını dayayabilmek bir şeylere.  "Duvar"ı, duvarlıktan çıkarıp yoldaş edebilmek kendine... Bir duvar için ne kadar güzel bir duygudur bu! Bir taş yığınıyken "destek" olarak görülmek... Ya da öyle olduğunu sanmak... 


Ya yasemin bilmezse duvarın varlığını? Ya derse "ben sen olmadan da büyürdüm, sen yanımdaydın sadece, destek değildin bana..."...


İşte o zaman ne acıdır duvar olmak... Yıkılır her şey. Depremler olur şehrinde. Ama sadece o yıkılır. Kendi altında kalır. Kendi taşlarının altında kırılır tüm kemikleri, un ufak olur bedeni. İşte en çok o zaman acır duvar. İşte en çok o zaman acı verir duvar olmak... 



Son not: Yazmaya korkar mı insan? Ben korkuyorum. Varsın istediği kadar acısın parmaklarım, istediği kadar derine işlesin o kıymıklar. Acısam da yazarım... Ama acıtmaktan korkuyorum.





3 kişi fikir şeyetmiş:

Pabuc dedi ki...

kalemin çok iyi kesinlikle yaz...

Travis dedi ki...

SU:)

YeniYetme dedi ki...

çok teşekkürler...

 
...YeniYetme... © 2008. Design by Pocket