31 Aralık 2009

Bu gece 10, 9, 8.. diye saymayacağım işte!

31 Aralık 2009
Yılın son gününe, yatağımda uzanıp Müge Anlı seyrederek başladım. Nasıl bitecek bakalım...

Benim 2010'a giresim yok ya. Oldum olası çift sayılara karşı bir gıcıklığım var zaten. Yılın ortasında doğmuş biri olarak yaşımı yıldan yıla değiştiriyorum. Yarından itibaren 28 demeye de başlarım artık. O da çift... Nefret ediyorum ya. 2011 olsun, 29 olayım, bir yaş daha yaşlanayım gerekirse ama çabuk geçsin bu yıl ya!

Bu gece herkes 10, 9, 8... diye geri sayarken benim gözlerim dolacak yine. Neden bilmiyorum ama o saniyelerde feci bir hüzün çöküyor benim üstüme. Çok saçma bir hüzün ama. "Ay bir yıl daha bitti, yine bi halt yapamadım, vah vah, tüh tüh" tarzında bir hüzün değil kesinlikle. Nasıl bir şey olduğunu da çözemedim ama çok duygulanıyorum işte ya. Hatta bu sefer ağlayabilirim de. Malum dönemdeyim, bu yüzden son birkaç gündür elimde nutella kavanozuyla uçan sineğin arkasından bile ağlayabiliyorum. Şeytan diyor ki, akşam 7-8 gibi iç bi sakinleştirici, uyu, sonra bir uyan sabah olmuş. Geçmiş bitmiş şu yılbaşı telaşı. Gerçi telaş yapacak bir şey de yok. Evde oturup televizyon seyredeceğiz. İçki yok, sigara yok... Ben ne yapayım böyle yılbaşını ya. Normal zamanda bile pek sevmem böyle ortamları, bir de yılbaşı muhabbeti olunca iyice geriliyorum. Gerçi öyle yılbaşında alemlere akalım, içelim çoşalım, dans edelim sabaha kadar, hatta Taksim'e gidip tacize uğrayalım falan diye heveslerim yoktur. Sevmem öyle çıstak çıstak müzik eşliğinde milletle dip dibe eğlenmeyi. Ama yine de azcık da olsa farklı olsun istiyorum işte. Gece 12'de sahilde durup havai fişek gösterilerini izlemek bile beni çok mutlu eder. Aman neyse ya, zaten ağlayasım var, bunu da bahane ederim ben şimdi.

Biraz önce boş boş duracağıma oturup düşüneyim dedim neler yaptım bu yıl diye. İstanbul'daki okula dönüşümün kesinleşmesi ve yılın son dönemlerinde işe girmem dışında pek bi "eşkın" olmadı sanırım hayatımda. ( Bak unutmuşum söylemeyi, işe girdim ben ya! Hem de bu sefer öyle diğerleri gibi saçma sapan bir iş de değil, nihayet kendi mesleğimi yapmaya başladım, muhabirlik yapıyorum lan! Bu konuyla ilgili ayrıntıları da yazayım bir ara.) Öyle işte... Arkadaşlarıma bakıyorum da, bu sene büyük bir kısmından düğün, kalan büyük kısmından da çocuk haberi aldım. ( Bu arada geçenlerde facebookta gördüm tesadüfen, Sasa da evlenmiş. şurada bahsetmiştim kendilerinden.) Millet yazmış facebookta, bilmemnerde yönetici olarak işe başladım falan diye. Yurtdışı gezilerinin fotoğraflarını falan koymuşlar. Ben bu yıl Taksim'e bile iki üç kere gittim sanırım :) Aman neyse, elbet bir gün ben de "büyük bi insan" olacağım. Kariyer hedefi bile yapmaya başladım, büyük gelişme yani. Biliyorum, en yakın zamanda bütün televizyon kanalı yöneticileri peşimde koşmaya başlayacak. Ama ben gözümü National Geographic Ana Haber Bülteni'ne diktim, onu ben sunacağım!

Şimdiden gerilmeye başladım bu akşam için. Zaman çabuk geçsin, girelim şu 2010'a da kurtulayım bu stresten ya. Sanırım bu akşam büyük ikramiye bana çıkmadıkça atamam ben bu stresi.

Reklamlardan Sonrası...

21 Ekim 2009

Beni sizler yarattınız!

21 Ekim 2009
Bugün feci bir şekilde ilgi açlığı çekiyorum ben ya. Birileri beni sevsin, saçımı okşasın, bana topitop alsın, "sen bitanesin, mükemmelsin, eşin benzerin yok" falan desin istiyorum. Çok pis şımarasım var. Benim için şarkı söylesinler mesela "seeen olmasan canııııım ah bu hayat çekilmeeeeez" diye. Hatta şu ana kadar yapılmış şarkılar benim önemimi anlatmıyor diye yeni besteler yapsınlar. Sonra meşhur olsunlar, albümlerini bana ithaf etsinler. Her röportajda "Yeniyetme olmasa ben bir hiçtim" desinler.

Benim için bir kitap da yazsınlar. En çok satan kitaplar listesinde ilk sıraya çıksın. Kitap da bana ithaf edilecek tabi ki. Sonra o kitap senaryoya çevrilsin. Gişe rekorları kıran bir film olsun. Her dalda oscar kazansın. Herkes beni merak etsin. Bütün gazeteciler beni ilk bulan olmak için yarışsın. Sonra bir gün haber hayatına yeni atılmış bir muhabir bulsun beni. Bu ona büyük başarı kazandırsın. Genel yayın yönetmeni falan olsun benim sayemde. Gün boyu alt yazı geçsin bütün televizyon kanallarında "FLAŞ FLAŞ FLAŞ! Dünyayı kasıp kavuran şarkıların, kitapların ilham kaynağı Yeniyetme bulundu. Az sonra..." diye. Önce Ali Kırca'ya konuk olayım. Sonra bütün yabancı haber kanalları beni konuk etmek için sıraya girsinler. Bütün dünya beni konuşsun, beni sevsin. Hatta en cani insanların bile içine sevgi pıtırcıklığı yerleştirebildiğim, tüm dünya insanlarını ortak bir paydada birleştirebildiğim için bana Nobel Barış Ödülü'nü versinler falan...

Çok şey mi istiyorum ben ya? Sadece birazcık ilgi, şefkat...

İşte bugün Taksim'den eve gelmek için otobüse bindiğimde bunlar dönüp dolanıyordu beynimde. Trafik sıkışınca biraz etrafa bakayım dedim. Oy anacım o da ne! Karşı şeritte manyak bir araba! ( Manyak dediysem son model ferrari alan değil, şundan işte. Gerçi bu pembe gibi duruyor, beyazdı benim gördüğüm) O da trafiğin açılmasını bekliyor. Ağzımı açıp baktım arabaya. Çok param olacak ya hani, o zaman modifiye bis 126 ve yeşil micrayla birlikte bundan da mı alsam diye düşündüm kendi kendime. O arada arabanın sahibiyle göz göze geldik. Bir baktım, Yaprak Dökümü'nde kahvenin sahibi Ahmet. (Yusuf Atala'ymış adı. Eve geldikten sonra üstün çabalarım sonucunda buldum.) Ulan, dedim kendi kendime, bu adam ilerde "ben Yeniyetme'yi görmüştüm bir kere, ağzını maymun gibi açmış bana bakıyordu, inanabiliyor musuuun" diyerek herkese hava atar diye çevirdim kafamı. Çok pis tavır yaptım yani. Sonra pişman oldum gerçi. Halkla aramı iyi tutmam lazım. Burnu havada, kendini beğenmiş falan diye konuşmasınlar arkamdan.

Zaten sırf bu yüzden her yere otobüsle gidiyorum. Sizlere daha yakın olabilmek için. Siz olmazsanız ben Nobel ödülünü nasıl alırım ki? Sizsiz bir hiçim ben. Nolur sevin beni; bana ilgi, şefkat gösterin, bağrınıza basın. Çok sevgisiz hissediyorum kendimi.

Bu arada Nobel ödülümü de Yusuf Atala'nın vermesini isteyeceğim sayın yöneticilerden. Bugünkü tavrımdan dolayı özür baabında...

Reklamlardan Sonrası...

17 Ekim 2009

Ben de gıcık oluyorum!!! Var mı bi diyeceğiniz!!!

17 Ekim 2009

- Daracık kaldırımda salına salına yürüyen insanlara,
- Saatlerce durakta boş boş bekledikten sonra otobüsün kapısında dikilip çantasında bozuk para, akbil arayanlara,
- Benq e72'nin avea'da sorun çıkarmasına,
- Bu Kalp Seni Unutur mu ve Canım Ailem'in aynı saatte olmasına,
- "Turkcellinin gücü Turkcell'in çekim gücü" şeklindeki reklama (beynimde birileri sürekli onu söylüyor),
- Domuz gribi aşısının gerekli olup olmadığına bir türlü karar veremeyenlere,
- Şuradaki zihniyete,
- 10 kişiye gönder falan dedikleri forward maillere,
- Facebookta 1 milyon kişi toplamaya çalışan gruplara,
- Türkçe'yi Turqcheleştirenlere,
- Kuzenimin kaynanasına,
- Sayısalda ve süper lotoda 6 bilenlere,
- "Aaa bak X bile evleniyor, siz hala evlenemediniz" diyenlere ve bizden sonra tanışıp bizden önce evlenenlere,
- Gecenin bir saati bangır bangır müzikle sokağımdan geçen arabalara,
- Karşı apartmanda oturan ve astığı çamaşırları yağmur çamur demeden günlerce toplamayan kadına,
- Fıkraları, başından geçmiş bir olaymış gibi anlatanlara,
- Dudak dolgunlaştırıcı diye aldığım ama hiçbir faydasını göremediğim kozmetik zımbırtısına,
- Büyük hevesle aldığım cüzdanda bozuk para koymak için bölüm olmamasına,
- Oturma odam için almayı istediğim halının fiyatının 30 TL'ye düşmesine ve bunun benim en züğürt zamanına denk gelmesine,
- Hala iş bulamamış olmama,
- Kuaförden çıkıp eve gelinceye kadarki süre içinde bile çıkmayı başarabilen kaşlarıma,
- Sırf türbanlarını çıkarmış olmak için okula şapkayla gelen tiplere ve biz şapka taktığımızda kıyameti koparıp onlara bir şey demeyen hocalara,
- 3 gün uykusuz da kalsam yatağa girdiğimde bir saat dönüp durmama, herkes gibi başımı yastığa koyduğum anda uyuyamamama,
- Sabahları ortada acil bir şey yokken beni ani bir şekilde (bağırarak falan mesela) uyandıranlara,
- Yeni neslin kıyafetlerinden saç tarzlarına kadar tek tip olmalarına,
- İçeride kalan 2 maaşımı hala bana vermemiş olan eski patronuma,
- Bana "ben yıkasam senden önce bitirirdim" dedirten çamaşır makineme,
- Anneme telefonda hasta olduğumu söylediğimde "neyin var" demek yerine "atlet giymeden dolaşırsan, banyo yapıp dışarı çıkarsan tabi hasta olursun" demesine,
- İnternetimin sınırlı olmasına,
- Faviconumun explorerda görünmemesine,
- Var mısın Yok musun'daki Hekim abiye,
- Avrupa'daki Türkler için yapılan reklamlara,
- Falanlara filanlara...

Haftasonunu evde yapayalnız geçirmek zorunda kaldıkça ben daha çoook şeye gıcık olurum. Neyse ki şimdilik kendimle aram iyi...
Reklamlardan Sonrası...

16 Ekim 2009

Evrim geçirememiş ezik öğrenci modu

16 Ekim 2009
Ne zamandır düşünüp duruyordum ya okula nasıl gideceğim, hepsi benden küçük, dalga geçerler, kendimi ezik hissederim falan diye. Bugün şükürler olsun dedim. Şükürler olsun ki şimdi onların yaşında değilim. O yaşlarda olsam kesin depresyona girerdim. Bu da yetmezmiş gibi evde de kalırdım. Ya nasıldı o kızlar ya! Taş gibi hepsi. Fashion TV'den fırlamış gibi bu yeni nesil ya! Gerçi hepsi öyle uzun boylu falan değil ama ufak tefek olsalar da mükemmel fizikleri var ya. Bir de giymişler elbiseleri, mini etekleri, taytları. Ayaklarında da çizmeler. Bizim zamanımızda mini etekle falan okula gidenin arkasından konuşurdu herkes "aranıyor bu" diye. Oy oyy. Depresyona soktular valla beni.

Ama inanıyorum ki ben de onlar gibi giyinsem bütün gözler üstümde olur. "Lan hatuna bak, götüne göbeğine bakmadan nasıl giyinmiş" falan derler, o kızlardan daha fazla ilgi çekerim. Valla bak!

Ya biz öyle miydik o zamanlarda. Kotu giyer, üstümüze de rastgele bir şey geçirir giderdik okula. Eşofmanla gittiğimiz zamanları biliyorum ben. Gerçi ben zaten çok gariptim o yaşlarda kıyafet konusunda. Erkek gibi giyinirdim. Hatta bir gün okuldaki arkadaşlarla oturuyorduk bir parkta. Yan tarafımızda da yaşlı bir teyze. Arkadaşlardan birini yanına çağırdı, bir şeyler konuştular ve sonra kız gülerek yanıma geldi. Teyze benim cinsiyetimi anlayamamış, kız mı erkek mi diye sormuş. O derece yani. Sadece öyle olsa iyi, bana 3 beden büyük gelen şeylerle dolanırdım hep. Makyaj yapmaya da 2. sınıfta başladım zaten. O da sadece göz kalemi :) Bir gün Makara beni zorla oturtup makyaj yapmıştı da, kızlığım bozulmuş gibi bir ruh haline girmiştim valla. Felaket bir tiptim ben. Saçlar darmadağınık, kemik gözlük falan. Yurttakiler ilk zamanlar dalga geçiyormuş hatta benimle. (Bunu da sonrada canım arkadaşım Makara'dan öğrendim:) ) Dolabı açıp, elime geçenin ne olduğuna bile bakmadan geçiriyormuşum üstüme. Ne yalan söyleyeyim, öyle yapıyordum. O tiple bile sevgililerim oldu ya, şaşıyorum kendime.

Bu arada bugün feci bir sevgi pıtırcıklığı var üzerimde. Çünkü  Makaracığım bu haftasonu buraya gelebilir :) Çok özledim cidden onu. Yukarıda yazanlardan da anlaşılacağı gibi taaa üniversitedeki ilk seneme dayanır bizim dostluğumuz. Yurda yeni gelmişim, kimseyi tanımıyorum, feci bir çekingenlik var üzerimde. Bir baktım bir kız girdi içeri. Çok sinirli ama. Bir merhaba falan dedikten sonra sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi başladı o gün olanları anlatmaya. (Cidden çok şanssız bir gündü onun için) Öyle başladık konuşmaya. Bir daha da susmadık zaten.

Aslında görünüş olarak çok zıttık birbirimize. O uzun boylu, zayıf, manken gibi. Gayet de şık giyinir. Bense küsuratları saymazsan bir buçuk metre diye tabir edilebilecek, ilkokul çocuğu gibi görünen ve yukarıda tarif ettiğim şekilde giyinen bir hilkat garibesi. Birbirimiz tamamladık desem o da değil. Garip bir ikili olduk böylece.

Okula gitmediğimiz sabahlar ( yılın büyük bir kısmı diyebiliriz buna) kendi ranzamdan yan ranzaya, oradan da Makara'nın yatağına atlar, uyandığı an başlardım onu sinir edecek şeyleri yapmaya. Bir gün, ikimizin de erkenden okula gitmesi lazımdı. Ben kendime güvenemiyorum tabi. Makara'yı sıkı sıkı tembihledim beni uyandırması için. Uyandım ki öğlen olmuş. Nasıl sinirliyim anlatamam. Küfrediyorum kıza beni uyandırmadı diye. Tam telefona sarıldım, arayıp söyleyeceğim ağzımdakileri, odanın diğer köşesinden bir telefon sesi geldi. Uykulu uykulu açtı telefonu Makara. Ben de bunun üzerine geleneği bozmadım, ranza tepelerinden sıçrayarak atladım yanına. Yine yaptık planlarımızı, gittik pizzamızı yedik, akşam da mekanımıza gidip döktük kurtlarımızı.

Belki sıradan şeyler bunlar. Herkesle her zaman yaşanabilecek şeyler. Ama ben Makara'yla hayatımın en büyük tecrübesini yaşadım. Parasızlığın, açlığın ne olduğunu onunla öğrendim ben. Bir arkadaşa yardım etmek için öğrenim kredimizi, harçlıklarımızı ortaya dökünce beş parasız kaldık. Kantinden aldığımız çeyrek ekmek ve bir litre sütle üç geçirdik. Açtık, sefil bir durumdaydık ama mutluyduk be blog :)

Onunla ilgili anlatacak çok şey var aslında. Ama ben bu konuda bir yazı dizisi hazırlamayı düşünüyorum. Hele bir buraya gelsin anılarımızı tazeleyelim, neler neler anlatırım ben sana :)

Ama o arada şunu da yazasım var. İdrar yollarımı üşüttüm sanırım. Felaket bir durumdayım akşamdan beri. Okulda beni kot ve spor ayakkabıyla gören birinin nazarının değdiğini sanıyorum. Sanmıyorum hatta, eminim. Bundan sonra nazar boncuğuyla gideceğim okula.

Kapanış parçamı Makara'ya armağan ediyor ve programıma burada son veriyorum. Başla DJ!


Reklamlardan Sonrası...

14 Ekim 2009

Ne darbeler atlatmış bu yürek :)

14 Ekim 2009
Baktım ki hayatımda bir değişiklik yapamıyorum, burayı değiştireyim dedim. Sabahtan beri internete dolanıyorum. İstediğim gibi bir şey bulamadım. En uygunu bu gibi geldi yine... Beğenirsiniz umarım.


Dün yazdıklarımdan ne kadar etkilendiysem artık, rüyamda Sasa'yı gördüm. Gördüm de denemez aslında. Mesaj gönderiyordu bana. Ne alakaysa numaramı facebookta bulmuş. Hatta ordan da mesaj atmış bana. Hatırlamıyorum ne yazdığını. Kesin küfretmiştir ve ben o cümleleri beynimin en derinine gömmüşümdür. Hatırlamamam normal yani.


Günlüklerime göz attıktan ve buraya yazdıklarımdan sonra gece epey düşündüm daha önce yaşadıklarımı. Şerefsizdik falan ama çok eğleniyorduk o zamanlar. O günleri anlatırsam susmam, çok güzel malzeme var :) Mesela bir gün gıcık olduğumuz bir çocuğun suratına dondurma bile fırlatmıştık caddenin ortasında. Sonrasında babama şikayet gelmişti gerçi ama neyse...


Bunları düşünürken bir olay daha geldi aklıma. Bunu da yazmadan geçemeyeceğim. Çok büyük bir darbeydi o zamanlar için :)


Orta 2'deydim sanırım. Bizim okuldan bir çocuk teklif etmişti bana. O zamana kadar hiç ilgimi çekmeyen biri. O zaman da ilgimi çekmedi gerçi. Hiç düşünmeden hayır dedim. Bir iki kişiye söyledim, gülüp geçtik. Ama bu vatandaş pes etmedi. Bir kaç kere daha gelip teklif edince "noluyoz lan" dedim kendi kendime. Okulda da yayılmaya başladı tabi bu haber. Sınıftakiler dalga geçti benimle "aaa Vızvız mı teklif etti sana" diye. Çok dokunu valla. İster istemez savunmaya başladım çocuğu. "Tamam azcık tombiş olabilir ama neden dalga geçiyorsunuz ki? Hem insanları dış görünüşüne göre yargılmayın" falan diyerek yaşıma göre nutuklara başladım. O arada da savunduğum çocuğa dikkat edeyim biraz dedim. Baktım cidden çok efendi bir çocuk, diğerleri gibi kızların orasını burasını elleyip, kapıdan geçen kızların sutyen bedenlerini tahmin etmeye çalışmıyor. Çocuğu bu kadar inceleyip iyi halini de görünce yavaş yavaş hoşlanmaya başladım ondan.


O dönemde Vızvız yine gelip teklif etti bana. Hem de yine birkaç kez. Ama ben her seferinde sınıftakiler benimle dalga geçecek diye, içim kan ağlayarak "hayır" dedim çocuğa. Aradan biraz zaman geçti, kesildi Vızvız'ın gelip gitmeleri. Sadece uzaktan uzaktan bakıyor arada. Ama benim duygularım gün geçtikçe artıyor. Arkadaşlar da dalga geçecek diye kimseye söyleyemiyorum, sadece To biliyor. Aylarca içimde yaşadım büyük aşkımı. Ciddi ciddi aşık oldum yani. Ama tabi ben aşık olana kadar Vızvız pes etti. Bir fotoğrafını bulmuşum, sabaha kadar elimde o, ağlaya ağlaya radyo dinliyorum. Sıradaki parçaları ona armağan ediyorum falan. Gördüğüm bütün ağaçlara isimlerimizi falan kazımak istiyorum kalp içinde.


Bir gün dayanamadım. To'ya dedim ki "Git konuş Vızvız'la. Ben dayanamıyorum artık. Ne yap et, benimle konuşmasını sağla. Valla bu sefer hayır demicem." To'ya aynı sınıfta değiliz, onların son dersi boş. Okul çıkışı Vızvız'ın sınıfının önünde bekleyip çıkmadan yakalayacak onu. Ve konuşacak. O son ders nasıl geçti bilmiyorum. Deftere kalpler çizip, içinden ok çıkarıp bir tarafına Vızvız, bir tarafına da Yeniyetme yazdım falan. Elim ayağım tutmuyor ama heyecandan. Sonunda bu okuldan birlikte çıkacağız.


Zil çaldı. Heyecandan çıkamıyorum sınıftan. Bir baktım To girdi içeri. Suratı asık. Meğer Vızvız bana aşık falan değilmiş. Okulda bir çocuk vardı, piçin önce gideni, onunla iddiaya girmişler falan. Yıkıldım. Ağlamak istiyorum ama sınıftakilerin diline düşmemek için tepki veremiyorum. Hiç sallamıyormuş gibi yaptım, "iyi, kendi bilir" diyerek çıktım sınıftan. To teyzesine mi ne gidecekti o gün, o yüzden okulun önünde vedalaştık ve ben acımı kalbime gömerek yürümeye başladım eve doğru.


Yolun yarısına gelmiştim ki biri seslendi arkamdan. Bir baktım Vızvız gülümseyerek bakıyor bana. Utanmadan bir de karşıma geçmiş gülüyor, vay şerefsiz, diye düşünerek başladım ağzıma geleni söylemeye. Öyle bağırıyorum ki, herkes durmuş bize bakıyor. Ama kendimi ezik de göstermiyorum. Sanki dalga geçilen ben değilmişim gibi bir bir sıralıyorum cümlelerimi. "Böyle bir şey yaparak beni küçük düşürmedin, asıl ben senin ne mal olduğunu öğrendim" mantığıyla...  Öyle güzel konuşuyorum ki, söyleyecek bir şey de bulamıyor, aptal aptal bakıyor sadece yüzüme. Neyse işte, sert bir şekilde bitirdim son cümlemi ve tekrar eve doğru yürümeye başladım. Arkama bile bakmadım hala gülüyor mu falan diye.


Bütün akşam ağladım ve düşündüm. (İkisini aynı anda yapabiliyorum bazen.) Önce çok ezik hissettim kendimi aylarca duygularımla oynandı diye. Sonra da kendimi çok güzel avuttum, hatta söylediklerimi ertesi gün sınıftakilere iyice abartarak anlatmanın planını yaparak uykuya daldım.


Sabah To zile bastı, Okula birlikte gidiyoruz hep. O zaman cep telefonu da yok tabi, ev telefonundan da her şey çok rahat konuşulmuyor, o yüzden To'nun da haberi yok olanlardan. Koşa koşa aşağıya indim. Günaydın bile demeden başladım olanları anlatmaya. Soluk soluğa bitirdim, To'dan "aferin, çok güzel yapmışsın, haketti o şerefsiz" falan gibi beni motive edecek cümleler beklerken o şöyle dedi. "ya Yeniyetme, ben şaka yapmıştım sana. Bugün söyleyecektim. Aylardır gelmeyen çocuğun dün mü gelesi tuttu yaaa".... Sonrasını hatırlamıyorum. Neden oracıkta To'nun boğazına sarılmadığımı da hala anlamış değilim. Meğer Vızvız'ın o aptal bakışları benim ne demek istediğimi anlamadığı içinmiş.


Bir daha gelmedi Vızvız. Ben de gidemedim yanına utancımdan. Sonra okul kapandı, o mezun oldu ve liseyi başka bir şehirde okuyacağı için ayrıldı ordan.


Bir sene sonra, yaz tatili bitmek üzereyken, bir gün yine seslendi arkamdan. Ayaküstü konuştuk biraz. O günle ilgili hiçbir şey sormadı, ben de söylemedim. "Teklifimi hatırlıyor musun?" dedi, "evet" dedim. "Hala geçerli" dedi gülümseyerek. Ama ben gülümseyemedim. Ben de mezun olmuştum ve lise için ondan çok daha uzak bir yere gidecektim. Sadece bunu söyledim. "Çok uzak, ama olsun, ben de burda değilim zaten" dedi. Hiçbir şey diyemedim. "Hayır" bile... Öyle vedalaştık ve ayrıldık...


Bu olayı hala To'nun suratına vururum, sen benim aşkıma mani oldun diye. Gerçi artık gülerek anıyoruz o günleri ama olsun, intikamımı çok pis alacağım bir gün :)


Yaklaşık 3 hafta önce To'yla buluştuk. Oturuyoruz bir cafede. Müstakbel kocacığım da yanımızda. To'yla ilk defa görüşüyordu. Eee, biz de bir araya gelince ona çocukluğumuzu, yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı (tamamını değil tabi ki, bari bu ilişkim sağlam kalsın.) anlatıyorduk. Biri girdi kapıdan. Tanıdık geliyor ama... "Yok artık" dedim kendi kendime ama evet, o, Vızvız! Değişmiş epey, bildiğin adam olmuş, zaten tombiş bir şeydi, göbeklenmiş iyice. To'ya kaş göz işareti yapmaya çalışıyorum arkasına baksın diye. Anladı sonunda ve güya çaktırmadan baktı arkasına. Dağıldık o anda. Çocuk yanlış anlayacak diye gülemiyoruz da, kasılıp kaldık. İçimden kahkahalar atıyorum ama. Bizi gördü, hatta göz göze geldik ama selam vermedi şerefsiz. Küstüm ona. Bir daha karşılaşırsak kafamı çevireceğim.


Ya 12 sene boyunca hiç karşılaşmadık. Nerdedir, ne yapar hiç haberim yok. Sen kalk, onca zaman sonra, hem de To'yla birlikteyken (ki biz To'yla yıllardır görüşmüyorduk), üstelik o küçücük ilçemizde de değil, İstanbul'da bir cafede karşımıza çık! Cidden çok güzel anı tazeletti bize :)


Şimdi aklıma geldi, Bir kız vardı bizim okulda. Vızvızların döneminde. Sürekli ters ters bakardı bana. Kızla hiç muhabbetimiz de yok, hiçbir şey yapmamışım, anlam veremezdim bu tavrına. Sonradan öğrenmiştim Vızvız'a aşık olduğunu. Salak bir de dil çıkarmıştı bana bir gün. Manyak ya. Bak yine sinir oldum.
Reklamlardan Sonrası...

13 Ekim 2009

Söyle bana günlük, suçum neydi benim?

13 Ekim 2009



Aslında pek yazma modunda değilim bu gece. Bir saattir yazıp yazıp siliyorum. Hüzünlü cümlelerle başlıyorum, geyiğe dönüyor; geyik yapayım diyorum bir iki cümle sonra salyalı sümüklü cümlelere başlıyorum. Dengesizim malum...


Feci ağrılı geçti son günlerim. İki gün yataktan kalkamadım zaten. Ama üç günü, çekmecenin dibinde bulduğum iki tane pedle geçirmeye çalışınca alerji gibi bir şey yaptı doğal olarak. Kaşınıp duruyorum deli gibi. Mikrop kapmamışımdır umarım. Dün akşam kıyıdan köşeden bulduğum paralara kıydım ve gidip ped aldım. Küçük paket de kalmamış, büyüğünden almak zorunda kaldım. Ve bu sabah bir baktım ki vukuat falan kalmamış ortada! Ortada gerektiren bir durum olmadığı halde sabahtan beri altı bezli çocuk gibi dolanıyorum. İnat ettim, boşuna almış olmayayım koca paketi. Bir tanesi bile olsa kullanılsın dedim. Onu alacağım diye cebimde hiç para kalmadı ya! Yarın kursum başlıyor. Yol param yok. bizim caddede sergi açıp  taneyle satacağım onları. Zor durumda kalmış hemcinslerim sayesinde yol paramı çıkarırım belki.


.................................


Bu "..."lar sırasında epey ara verdim aslında. Eski günlüklerime takıldı gözüm. Gerçi yaklaşık 9 ay önce büyük bir depresyon sonucu yaktım çoğunluğunu. Bunlar o sırada yanımda olmadıkları için kurtulmuşlar. İnceleyeyim biraz dedim. Lise 1'den üniversitedeki 2. seneme kadar geçen zamanlar. O günleri okurken şunu anladım, ben cidden çok şerefsizmişim ya! Okudukça hatırladım yaptıklarımı, hatırladıkça şaşırdım ve utandım. Öyle ahım şahım bir güzelliğim olmadı hiçbir zaman. Hele lise 2'ye kadar suratımın yarısını kaplayan kaşlara rağmen peşimde koşanları hala anlayamıyorum. O dönemlerde herkeste bir salaklık oluyor galiba.


Mesela...
Orta 3'e başladığım sene bir çocukla tanışmıştım. Tanışmıştım derken, önce aylarca süren bakışmalar, sonrasında da, o yaşlara uygun malum "çıkma teklifi". Teklifini kabul ettikte bir gün sonra çocuğun adını öğrenmiştim, düşün artık nasıl bir ilişkiyse. (Burada ondan Sasa diye bahsetmek istiyorum. Adını o kadar zor öğrenmişim, ortalık yerde yazmanın anlamı yok değil mi? =) )Sürekli ayrılıp duruyorduk gerçi çocukla. Öyle kısa ayrılıklar da değil. Bir sene ayrı kalıp sonra tekrar barıştığımız da oldu yani. Ben lise 3'e geçtiğimde hala böyle bir durumdaydık. Ayrı olduğumuz zamanlarda o ne yapardı bilmem ama benim hayatıma mutlaka biri girerdi. Birine aşık olurdum en azından. Sonra tekrar Sasa... Bir ara ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım benim kaderim o galiba, bir türlü kopamıyoruz diye.


Neyse işte... Lise 1'i bitirdiğim yaz Fino diye anabileceğim biriyle çıkmaya başlamıştım. Arkadaş ortamımızda herkesin bir yavuklusu var, ben de yalnız kalmayayım mantığıyla. Öyle kendi halimizde takılıp duruyoruz cümbür cemaat.


Yazın ortasında, eğlencenin tavan yaptığı bir dönemde Sasa tekrar çıktı ortaya. En yakın arkadaşım To'yla konuşmuş, beni hala çok sevdiğini falan söylemiş falan. To koşa koşa geldi yanıma ağzı kulaklarında. Anlattı durumu. Ay orda nasıl mutlu oldum anlatamam. Ben de hala boş değilim ya ona karşı. Bizim o yaz sürekli takıldığımız cafede beni bekliyormuş. Kapıya kadar gittim To'yla. Ama malum, Fino'ya sürekli oraya gittiğimiz ve cafeyi işletenler de dahil olmak üzere herkes o dönemki arkadaş ortamımızdan olduğu için korkudan giremiyorum içeri yakalanırım diye. Sonunda To girdi içeri, ben bekledim dışarıda. To anlatmış her şeyi. Biriyle çıktığımı, ondan ayrılmadan böyle bir şey yapamayacağımı falan söylemiş. Sonra ben de dayanamayıp girdim içeri. Ayrı bir masaya geçtik Sasa'yla. Konuştuk epey. Tekrar başlamadan önce halletmem gereken bir iş olduğunu söyledim ona.


Ertesi gün konserdeyiz To'yla. Sasa ve arkadaşları da hemen arkamızda. Konuşmuyoruz ama şarkıları birbirimize bakarak söylüyoruz. Feci romantik bir ortam yani. E, tabi bu romantizmin fazla süremez. Bir baktık Fino ve To'nun erkek arkadaşı yanımızda. To'nun erkek arkadaşının da haberi var bütün olanlardan. Sasa'yla geçmişimizi de biliyor az çok. Fino bana sarılıyor, benim gözler Sasa'da. Bir ara To'nun erkek arkadaşı (ondan da Yüce diye bahsedelim bari, uzun oluyor böyle) eğildi kulağıma, "anlatayım mı Fino'ya?" dedi. "Sen bilirsin" dedim. Tuttu Fino'nun kolundan, geçtiler arka tarafa doğru. Meydan tekrar bize kaldı yani. Tam tekrar ortamın coşkusuna kapılmışken geri geldiler. Fino, bilmiyor tabi Yüce'nin onunla konuştuklarını benim bildiğimi. Hiçbir şey yokmuş gibi davrandı gecenin geri kalanında.


Sonraki gün biz To'la parkta otururken Fino geldi yanıma, konuşmak istiyormuş benimle. Geçtik başka bir yere. İnsan biraz alıştırarak başlar değil mi konuşmaya, ama nerdeeee.
- Duyduklarım doğru mu?
- Ne duydun ki?
- Hala eski çıktığını seviyormuşsun.
- Ya o olay işin bahanesi, uzun zamandır düşünüyordum zaten ayrılmayı.
- Ben bütün hayallerimi, planlarımı senin için değiştirdim, beni neden böyle yüzüstü bırakıyorsun?
"Bütün planlarım" dediği de, o yaz bir otele gidecekti çalışmaya, ben varım diye gitmemişti. Benim bildiğim sadece bu en azından.
Tam bu konunun üstüne To gelip beni çağırdı. Sasa gelmiş, beni bekliyormuş.Döndüm tekrar Fino'nun yanına, Yürümüyor, anlaşamıyoruz, geleceğimiz yok vs gibi şeyler söyleyerek uzun bir uğraş sonucunda ayrıldım ondan. Fino sinirle uzaklaşırken ben de ters yöne, Sasa'nın masasına doğru ilerlemeye başladım. Oturdum yanına, Fino'dan ayrıldığımı, onunla tekrar başlamak için bir engelim kalmadığını söyledim ve biz tekrar çıkmaya başladık.


Aradan bir iki gün geçti, biz malum cafede oturuyoruz yine. Ben, Sasa, To ve Yüce. Muhabbetimizin en tatlı yerinde Fino içeri girdi sinirle. Beni çağırdı. Tırsa tırsa gittim yanına noluyo diye. Ama çocukta öyle bir hal var ki, dedim aha şimdi silahı çıkarıp sıkacak topuklarıma. "Bu kadar ikiyüzlü olduğunu bilmiyordum" diye başladı bağırmaya.
- Ne yapmışım ben ya?? ( O durumda sorulacak en saçma soruyu sordu galiba)
- Benimle çıkarken başkasıyla da çıkıyormuşsun!
- Ben öyle bir şey yapmadım tamam mı? Senden ayrıldıktan sonra kabul ettim onun teklifini.
Biz böye bağırışırken ve neredeyse tekme tokat birbirimize girecekken Sasa geldi yanımıza. Tuttu kolundan Fino'nun "gel biraz konuşalım" diyerek dışarı çıkardı. Yüce de gitti arkalarından. Bir süre sonra Sasa tekrar girdi içeri. Yanımıza oturdu, tam soracakken ne oldu diye, Yüce'yle Fino da girdi içeri.Ve Fino yanımıza gelip haksız olduğunu söyleyerek Sasa ve benden özür diledi! Dışarıda ne konuştular, kim ne dedi bilmiyorum ama öyle bir durumda bile özür dilenen tarafta oldum ya, ölsem de gam yemem artık.


Hep söyle saçma sapan şeyler yaşadım ben. Karıştırmadığım halt kalmadı ama nedense hep en güzel şekilde sıyrıldım hep işin içinden.


Sasa'yla ilgili yazmak istediğim bir şey daha var. Daha önce de yazdığım gibi, ayrıla barışa senelerce sürdü bizim ilişkimiz. En son üniversiteye başladıktan sonra (1. sınıfı bitirdiğim yazdı sanırım) tekrar görüşmek istedi benimle. İlginç ama ilk defa o zaman hayır dedim ona. Yine de saatlerce oturduk, konuştuk. Eski günlerden falan bahsettik. Ve bu süre içinde de boş durmadım. Karşı masamızda oturan bir çocuk takıldı gözüme. Bir yandan Sasa'la konuşuyor, bir yandan da onunla bakışıyordum. Sasa'nın tam arkasında oturduğu için yakalanmadım ona. Saatler sonra Sasa'ya vedalaştık ve ikimiz de ters yönlere, evlerimize doğru yürümeye başladık. Tam eve yaklaşmıştım ki biri seslendi arkamdan. Bir baktım biraz önceki çocuk. Daha önce de görmüş beni, tanışmak istiyormuş falan. Muhabbet ettik biraz. Yaz sonuna kadar da sürekli görüştük. Ne yalan söyleyeyim, eğlenceli çocuktu. Gece 12'de arardı, sizin evin önündeyim, gel dolaşalım bisikletle diye.Muhabbeti falan da çok iyiydi. Her konuda söyleyecek bir şeyi vardı. Bana hep diyordu ki "kimseyi düşünme, sadece seni mutlu edecek şeyleri yap." Sadece arkadaştık zaten. Bir gün bir arkadaş "siz çıkıyormuşsunuz, neden bana söylemedin" dedi. Yok öyle şey falan dedim. Aynı akşam oturuyoruz bununla.
- Ya biliyor musun, dedim gülerek. Millet bizim çıktığımızı sanıyormuş.
- Çıkmıyor muyuz?
- Yoo, nerden çıkardın ki?
- Bilmem, ben öyle düşündüm.
- Hmm
- Ama öyle olsa güzel olurdu di mi?
- Olmazdı.
- Neden?
- Bilmem, olmazdı işte.
Bu lafın üstüne (sanırım biraz da beni ikna etme çabasıyla) beni öpmek için eğildi bir anda. Çok ani bir harekete geri çektim kendimi. Asıldı suratı.
- Beni öpmek istemiyor musun?
- İstemiyorum.
- Neden peki?
- Sen hep bana "sadece seni mutlu edecek şeyleri yap" demiyor muydun?
Yeterince açık oldu galiba, sustu bunun üzerine. Biraz durdum, "geç oldu hadi gidelim artık" dedim. Kalktık, gittik. Bir daha da görüşmedim zaten. Bir iki ay sonra, ben İstanbul'a dönmüştüm artık, mesaj göndermişti bana. Tamamını hatırlamıyorum ama sonunda "sen benim kısacık yaz aşkımsın" yazıyordu. Bu "kısacık"tan kastettiği şeyin boyum olduğunu düşünerek daha da kinlendim çocuğa karşı. Salak ya, bana ettiği lafa bak!


Bu arada Sasa'yı rüyamda gördüm bu yaz. Epey ters konuşuyordu benimle. En sonunda da bana hakkını helal etmediğini söyledi. Çok dert oldu valla. Hayatımda en az şerefsizlik yaptığım kişi odur herhalde. Hatta hiçbir şey yapmadım ona. O da böyle düşünüyorsa diğerlerinden nasıl beddualar alıyorumdur kimbilir!! Bir de düşünüp duruyorum hayatım neden yoluna girmiyor diye. Girmez tabi!!! Saçma sapan yaşanan bir ergenliğin acısını ölene kadar çekeceğim sanırım.
Reklamlardan Sonrası...

8 Ekim 2009

Klozet Tepesi Güncesi

8 Ekim 2009
Bir bu eksikti! Regl oldum. Bu dönemde içine girilen saçma ruh hali yetmiyormuş gibi, evde bir tane bile ped yok. Üstelik benim ped alacak param da yok! Ne yapacağım ben ya??? Saatlerdir kıvranıyorum sancıdan. Evde ağrı kesici bile kalmamış. Nasıl bir hayat bu yaa?!!!


Sıcak bir şeyler içmek istiyorum ama ayağa kalkacak halim yok. Bir çorba yapanım da yok zaten :( Çok yalnızım çoook...


Sürekli küfretmek istiyorum nedense. O yüzden düzgün cümleler kuramıyorum. Bütün bedenim sancı içinde zaten. Beynim çalışmıyor.


Sanırım önümüzdeki birkaç günü klozet tepesinden geçirmem gerekecek. Ortalığı batırmamak için en azından. Of ya, şu pedler neden taneyle satılmaz ki!
Reklamlardan Sonrası...

7 Ekim 2009

Depresif ev öğrencisi modu

7 Ekim 2009
Ben çok sıkıldım ama ya... Sadece sıkılmakla kalsam iyi, saçma sapan şeylerle beynimi saatlerce meşgul etmeye başladım. Mesela bugün bulaşık makinesini boşaltırken 3 tane çay kaşığı çıkınca derin bir düşünce aldı beni. Çünkü ben son günlerde sadece 2 kere rafadan yumurta yedim. Evde çay yapıp içme gibi bir adetim de yoktur, olsa da şekersiz içerim çayı, kaşık kullanmam yani. Peki nerde kullandım ben bu 3. çay kaşığını? Saatlerdir düşünüyorum ama bulamadım işte.


Ben bunlarla uğraşırken millet yeni iş projeleri yapıyor, bir şeyler icat ediyor, hatta dünya barışı için çözümler bulup bunları uygulamaya geçmiş bile olabilirler, haberim yok. (Gerçi bugün sayın valimizin Taksim'deki eylemde yaşananlardan bihaber olduğunu düşünürsek, benim bu durumum pek de anormal sayılmaz.) Ev karısı olup çıktım valla. Geçen gün Müge Anlı'yı seyretmek için saati kurduğumu fark edince çok daha iyi anladım bunu. Bir de çırpınıyorum okula gideyim, formasyon alayım, iş bulayım falan diye. Neyime lazım ki bunlar. Ben evde oturup bir yandan çocuğumu emzirip bir yandan yemek de yapabilirim. Hatta aynı anda kadın programlarına telefonla da bağlanabilirim. Kendimde görüyorum bu potansiyeli.


Şaka maka, okul da başladı ya. Ama ben hala öğrenciliğe başlayamadım. Senelerce üniversiteler arası gezdim durdum ve en sonunda ilk üniversiteme geri döndüm afla ama bacak kadar çocuklarla birlikte okula gidecek olmak çok koyuyor ya! 3. sınıftan başlayacağım zaten, onlar da geçen 2 senede çok güzel kaynaşmışlardır. Dışlarlarsa şimdi beni? "Aaa hatuna bak, yaşına başına bakmadan gelmiş de bizden ders notu istiyor" diye konuşurlarsa arkamdan? Ay şimdi bana teyze diyenler bile olur. Aslında ufak tefek biriyim, küçük gösteriyorum. Hele bir de onlar gibi giyinirsem (yeni neslin moda anlayışına uyum sağlamak açısından) belki kimse anlamaz yaşımı. Acaba onlara "ben ilkokula 3 yaşında başladım. ilkokuldan sonra da üstün zekamdan dolayı beni hemen liseye aldılar, üniversiteyi kazandıktan sonra çocukluğumu yaşayamadım diye depresyona girdi bıraktım okulu, şimdi tekrar döndüm vs." desem inanırlar mı? Hatta biraz da duygu sömürüsü yapsam "siz ananızın dizi dibinde altınızda bez, elinizde oyuncak bebek gününüzü gün ederken ben test kitaplarıyla boğuşuyordum, ühüüüü" falan diye. Bak kafama yattı bu plan.


Acilen iş de bulmam lazım zaten. Saatlerdir iş ilanlarına bakıyorum bir yandan. 2 sene önce yaptığım bir başvuruya cevap gelmiş "aradığımızı kriterlere uygun değilsiniz" diye. Bunu demek için 2 sene düşünen bir yerle çalışmayı zaten istemem ben. Gerçi ben o işe girsem çok büyük devrimler yapardım, baştan yaratırdım şirketi. O kadar çok para kazanırlardı ki reklama verdikleri paralarla google aramalarında en üste bile çıkabilirlerdi ama kıymetimi bilemediler işte.


Parasızlık cidden çok zormuş ya. Dışarda bir bardak çay içmek bile lüks oldu artık. Müstakbel kocacığımla bozuk paralamızı birleştirip yol parası çıkarıyoruz kendimize. ( Bu durum böyle devam ettikçe uzun bir süre daha "müstakbel kocacığım" demek zorunda kalacağım. Şu kriz bitene kadar biz yaşlanırız, para biriktirme falan derken elimizde bastonlarla evleniriz artık. ) Ay önceden ne güzeldi ya. "Aşkum ben çok acıktım ama evde bir şey yiyesim yok. Gel de dışarı çıkıp yemek yiyelim". O da "tamam bebeem" der gelirdi hemen. Bugün ona "aşkum ya, paramız olunca bir gün iskender yemeye gidelim olur mu?" derken buldum kendimi. O da yine "tamam bebeem" dedi. Ki benim etle aram hiç iyi değildir, hatta senelerce ağzıma koymadım, sonra doktor zoruyla başladım yemeye. O da çok nadir. Düşün artık nasıl bir hale geldiysem et istedi canım ya. Yakında lokantaların camına yapışacağım ağzımdan salyalar akıtarak.


İş bulmam lazım acilen. Bir kariyer sitesine daha üye olmaya çalıştım bugün. Özgeçmiş doldururken "hedef pozisyon" diye bir bölüm vardı, boş bıraktım. Doldurulması gerekiyormuş meğer. "Ne iş olsa yaparım abi" diyesim geldi valla. Nasıl bir durumdaysam artık, oraya yazacak bir şey bulamadım. Kalmamış bende hedef falan. En azından şu an. O kadar moralim bozuldu ki iptal ettim özgeçişimi. İşime yarayacak ilan da yoktu zaten :)


Öyle işte. Parasız ve can sıkıntılarıyla geçiyor bu günlerim. Ben de boşluktan kendimi farmville'e verdim. Bazen mahsullerim bozulmasın diye saati bile kuruyorum. Ama oyuna ne olduysa açamıyorum saatlerdir. Gitti mahsuleriim :(


Uykum geldi artık. Biraz kitap okur sonra da uyurum. Erken kalkıp Müge Anlı'yı seyredebilsem bari. Aman neyse, onu kaçırsa bile Seda bacım var, ona bakarım. Hatta bir de mısır patlatırım. Battaniyemi de üstüme aldım mı değmeyin keyfime. Çok heveslendim. Sabah olsun bir an önce.
Reklamlardan Sonrası...

28 Eylül 2009

Ben buraya güzel bir başlık bulurdum ama...

28 Eylül 2009
Nihayet İstanbul'dayım!
O nasıl bir yazdı yaa! Millet facebooka tatil fotoğraflarını koymuş, altında yorumlar "ay çok güzel bronzlaşmışsın, ay burası neresi, sahili çok güzelmiş, ay ne güzel alemlere akmışsınız" vs. Benim yazımı en iyi anlatan fotoğrafı ise komşumuzun 5 yaşındaki kızı çekti. Üstümde pijama, gözlerimi merakla pörtletip bakmışım televizyona Sultan'la Ferhat bu bölümde evlenebilecekler mi diye. Gerçi o fotoğrafta kilolarım belli olmuyor, mutluyum o yüzden. Bütün yazım kızgın kumlardan serin sulara atlayarak geçseydi bile o fotoğrafları facebooka koymazdım ben. Oramdan buramdan fışkıran yağları millete gösterip görsel kirlilik yaratmaya gerek yok zannımca.
....
Bu noktalar yerine uzuuuun bir yaz yazmıştım ama kendi eşekliğim yüzünden silmek zorunda kaldım. Çok güzel bir dedikodu malzemesi vardı elimde. Hatta bu konu üzerine onlarca yazı yazabilirim, içim de fena dolu anlatmam lazım birilerine. Ama salak ben, bir gün o şahsın bilgisayarından girip bakmıştım bloga. Geçmişten de silmeyi unuttuğumu hatırladım biraz önce. Meraklıdır o, kesin bakar nerelere girmişim, nelere bakmışım, neler yazıyor diye. Daha önce yapmışlığı da var. O yüzden her şey ortaya dökülmeden susmam en iyisi sanırım. Ama çok güzel malzemeler vardı yaaaa. Çok feci moralim bozuldu şimdi :(







İçimdekileri yazamadım ama en azından fotoğraf o konuyla alakalı olsun :)
Reklamlardan Sonrası...

10 Eylül 2009

Kalmadı buraya yazacak kelime...

10 Eylül 2009



ilk not: Yanlış şarkıyı seçtim belki bu gece dinlemek için. Şu anki halime uymayan cümlecikler var içinde.  Olsun. Onları da kendi içimde düzeltirim.



İnsanın iç organları acımaz diyorlar. Peki neden o kadar acıyor kalbim? Neden bacağımdan, başımdan değil de kalbimden yayılıyor bu sızı tüm bedenime? 


Benim gül yaprağı diye yuttuğum dikenmiş meğer. Takıldı boğazıma. Yutkunamıyorum. Yutkunmaya çalıştıkça daha da derine batıyor. Bağırmak istiyorum. Sanki ses tellerimin arasına böcekler yuva yapmış, onların cızırtıları çıkıyor sadece ağzımdan. 


Benim mi bu beden? Şaşırdım aynaya bakınca, tanıyamadım. Emin olmak için dizimdeki yaraya baktım. Çocukluktan kalan net hatıralarımdan biri... Duruyor yerinde. Yerinde durmayan ne peki? Neden bu kadar yabancı geliyor bu beden bana???


Ellerime bakıyorum... "Olmazsa yaşayamam"larım... "Yazamam" onlar olmazsa. Şimdi neden yazamıyorum peki?? Neden bu kadar zor dökülüyor kelimeler? Kırıldı sanki parmaklarım. Ben bir şeyler yazmaya çalışırken biri kapattı o taştan defteri. Parmaklarım arasında kaldı, parça parça oldular. Her kelimede kemik kıymıkları biraz daha işliyor etime. Acıyor... 


Neden her kelimenin kendine göre basit bir anlamı yok ki? Neden her kelimenin altına bambaşka anlamlar atıp, işimize gelince -ya da gelmeyince- o farklı anlamları yerinden çıkarıp, sokmuşuz ki karşımızdakinin gözüne? Neden hep yanlış anlamışız, yanlış anlatmışız, yanlış anlaşılmışız ki?? Bu yüzden ne çok yaralamış, ne çok yara almışız meğer...


Korkuyorum...
Sanki bu beden düşman olmuş bana. 
Gözkapaklarımın arkasına kar yağdırmış. Gözlerimi her kapatışımda çığlar düşüyor içime doğru. Altında kalıyorum. Bembeyaz... "Beyaz masumiyetin rengi" derler. Her renkten bir parça alan, nasıl masum olabilir ki?


Kulaklarım... Ben güzel melodileri dinletmek isterken ona, inatla uğulduyor. "Güzel şeyler duy biraz, rahatlayalım ikimiz de" diyorum. Beni bile duymuyor...


En azında içim ferah ferah koksun diyorum. Çocukken sobanın üzerinde yaktığım mandalina kabuklarının kokusunu hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Parfüm şişelerinin içine atıyorum kendimi, boğuluyorum. Sadece yanık kokusu geliyor burnuma. İs kaplıyor ciğerlerimi. Etrafı çiçeklerle donatmak istiyorum. Gül, hanımeli, yasemin...


Yaseminler duvara ya da ağaca dolanarak büyürlermiş. Ne güzel tek başına olmamak. Ne güzel, büyürken sırtını dayayabilmek bir şeylere.  "Duvar"ı, duvarlıktan çıkarıp yoldaş edebilmek kendine... Bir duvar için ne kadar güzel bir duygudur bu! Bir taş yığınıyken "destek" olarak görülmek... Ya da öyle olduğunu sanmak... 


Ya yasemin bilmezse duvarın varlığını? Ya derse "ben sen olmadan da büyürdüm, sen yanımdaydın sadece, destek değildin bana..."...


İşte o zaman ne acıdır duvar olmak... Yıkılır her şey. Depremler olur şehrinde. Ama sadece o yıkılır. Kendi altında kalır. Kendi taşlarının altında kırılır tüm kemikleri, un ufak olur bedeni. İşte en çok o zaman acır duvar. İşte en çok o zaman acı verir duvar olmak... 



Son not: Yazmaya korkar mı insan? Ben korkuyorum. Varsın istediği kadar acısın parmaklarım, istediği kadar derine işlesin o kıymıklar. Acısam da yazarım... Ama acıtmaktan korkuyorum.





Reklamlardan Sonrası...

9 Eylül 2009

Sandık Lekesi

9 Eylül 2009
Biraz önce aklıma eski yazılarım geldi. Gecenin bu saatinde üşenmeyip döktüm kolileri ve buldum aradığım defteri. Mavi-lacivert kapaklı bir defter... Aslında yazdığım her şeyin benim için büyük önemi vardır. (Burada böyle güzel saçmaladığıma bakmayın, düzgün şeyler de yazabiliyorum :) ) Ama o defter bambaşka işte. İnsan geçmişi silmek istiyor bazen ama yok, iyi ki yaşamışım o dönemi diyorum. Yoksa o yazıları yazamazdım ben. Bir daha da yazamadım zaten. İnsan asıl içindekileri anlatamadığı zaman güzel şeyler yazıyor. Ve benim "sustuğum" başka bir zaman olmadı hayatımda... İyi ki yaşamışım, iyi ki yazmışım... Yaşamasaydım, belki bulamayacaktım şimdiki güzelliklerimi...


"Seni düşündükçe, siyah bir zeytin tanesi gibi düşüyorsun gözlerime, etrafı tarçın kokusu sarıyor. Penceremin önünde bir ceviz ağacı..." diyerek bitirmek istiyorum... O defterdeki  "son yazı"mı bitirdiğim gibi =)


En dipteki not: Son paragrafın anlam kazanması için bunu da belirtmeden geçmeyeyim dedim. Hayatımda en çok nefret ettiğim, gördüğümde ya da kokusunu aldığımda bile midemi altüst eden 3 şey: zeytin, tarçın ve ceviz =)

Reklamlardan Sonrası...

Birileri birilerini gözetliyormuş meğersem!


Bugün bir haber dolanıyordu ortalıkta. “Genç kızlara BBG tuzağı”… Önce Radikal’den mailime gelen bültende gördüm haber başlığını. Ama “kesin yurtdışında olmuştur” falan diye düşündüm ve bakmadım ayrıntılara. (Neden böyle düşündüğümü de anlamış değilim. Sanki benim ülkemde her şey çok normal, kimse kimseyi kandırmıyor, kimse kimseye kanmıyor vs.) Sonra birkaç haber sitesinde daha karşılaştım aynı haberle. İnat ettim ya, bakmadım yine. Zaten her yeri sel almış, millet çatılarda kurtarılmayı bekliyor. Durum böyleyken haberlerin “magazin” kısımlarıyla fazla ilgilenmeyeyim dedim. (Normalde bakarım, ne yalan söyleyeyim. Çok eğlenceli haber başlıkları oluyor bazen. Hatta geçen gün “Bred Pitt 9 kere ölmüş” yazısını görünce “oha lan ne demek bu” diye atladım haberin üstüne. Oynadığı filmlerin dokuzunda öldüğünü anlatmak istemişler. Devamını okumadım tabi. Neyse epey dağıttım konuyu.) İşte bu inadım akşam haberlerine kadar sürdü. Ve Ali Kırca’nın sakalsız halinden öğrendim ki İstanbul’da olmuş bu olay.
Bizim cici kızlarımız Fox TV’de yayınlanacak diye duydukları BBG formatında bir yarışma için başvurmuşlar ve çok cici 9 kızımız yarışmaya katılmaya hak kazanmış. Riva’daki bir villaya götürmüşler kızlarımızı. Doğal olarak bir de sözleşme imzalatmışlar “kendi isteğiyle çıkan 50 bin TL ceza ödeyecek” diye. 2 ay boyunca kimseyle görüştürmemişler ve bu süre içinde kızların evdeki kameralarla çekilen birbirinden güzel görüntüleri de bir internet sitesinde para ve kontör karşılığı satılmış.


Kızlardan birinin ailesi 2 ay boyunca kızlarından haber alamadıkları için programın yapımcılarına ulaşmaya çalışmış. Kimseye ulaşamayınca da jandarmaya haber vermişler. Jandarmanın verilen adrese gitmesiyle de kurtulmuş kızlar.
Radikal’de, jandarma oraya gittiğinde kızların cama vurup “yardım edin” diye bağırdıkları yazıyor. Ama benim asıl dikkatimi çeken bu değil…


Evet, aslında bu konuyla ilgili söylenecek çok şey var. İnsanların yarışmalara karşı olan zaafı,  BBG ve benzeri yarışmaların mantığı vs. Ama bu konuya girmeyeceğim, girersem çıkamam.


Bu arada şunu da itiraf edeyim. Bir dönem ben de seyretmiştim BBG’yi. Ev arkadaşımla, sırf diğer ev arkadaşımızı gıcık etmek için seyretmeye başladık BBG 3’ü. Sonra da bağımlılık yapmıştı. Oradaki Umut’a aşık olmuştum, arkadaşım da Kaan’a. Bu da başka bir izleme nedeni tabi. Hatta yarışmadan birkaç sene sonra kendisiyle internette tesadüfen tanışıp görüşmüştük bir süre. Konuştuğum Umut’un o Umut olduğunu anlayınca yaşadığım şoku anlatamam. BBG için “hayatımdaki saçma bir dönemdi, geldi geçti” demişti.


Neyse… Yine epey dağıttım konuyu. Ben bu haberle ilgili en büyük şoku akşam televizyonda seyrederken yaşadım. Yarışmacı (!) kızlarımızdan biri, annesiyle birlikte karakoldan çıkarken olayın ayrıntılarını soran muhabire şöyle dedi. (Cümleleri tam hatırlamasam da içerik böyleydi.) “ Arkadaşlar yalan söylüyor. Biz orada zorla tutulmadık. Gitmek isteyen olursa gidebilir dediler. Hatta cep telefonlarımızı da kullanabiliyorduk.” Annesi de onayladı bu kızımızı.


E be kardeşim, bu laftan sonra ben ne diyeyim ki sana. Yarışma diye gitmişsin, hiç mi dikkatini çeken bir şey olmadı? Yarışmalarda “eleme” diye bir durum vardır, kimsenin elenmemesi hiç mi dikkatini çekmedi? Hangi yarışmada, yarışmacının eline telefon verip “al kullan istediğin gibi” denir ki? Hadi safsın, anlamadın diyelim, o kadar süre içinde telefonda milletle konuşurken hiç mi sormadın yarışmayı izleyip izlemediklerini?  Ya da her şeyi anladın diyelim, yarışma olmadığını, kandırıldığınızı vs. Ne diye devam ettin ki o evde kalmaya?


Ya bunların hepsine bir bahane bulunabilir belki. Ama her şey çıkmış ortaya, kandırılmış, çıplak görüntüleri internette satılmış falan. Ya bu durumdan kurtulan bir insanın (Kandırıldığını olay ortaya çıkınca bile fark etmiş olsa) söylemesi gereken şeyler mi bunlar??? Yok zorla tutulmadık, yok arkadaşlar yalan söylüyor falan. Kimi savunuyorsun ki sen??? Sana zarar veren kim, yalan söylüyor dediklerin kim??? Ben asıl bunu çözemedim işte.


Anneye ne demeli? Hadi gencecik kızını ne olduğunu bilmediğin bir yarışmaya göndermişsin, sen de inanmışsın buna diyelim. Ya hangi anne kızının çıplak görüntüleri orada burada dolanırken, buna neden olan insanları savunabilir ki??? Ben bunu anlamıyorum işte.


Off yazamadım yine. İstediğim gibi yazamadım daha doğrusu. Ben böyleyim işte. Sinirlenince ya da çok mutlu olunca bulamam doğru kelimeleri. Neyse yazdım işte, olduğu kadar…
Reklamlardan Sonrası...

5 Eylül 2009

Biri beni uyandırsın!!!

5 Eylül 2009

Kendimi bildim bileli hep saçma sapan rüyalar görürüm. Hani derler ya “romanlara konu olacak türden” diye, yok öyle değil benimki. Benimkiler fıkra niyetine anlatılır genelde. Arkadaşlar sağolsunlar, benim olmadığım ortamlarda, benim tanımadığım kişilerin yanında bile “ay bizim bir arkadaş var Yeniyetme diye,  geçenlerde şöyle şöyle bir rüya görmüş” diye reklam ederler beni. İsmim cismimden önce tanınır yani. O ortamda bulunan biriyle tanışma faslım da, “aaa o sen misin?” cümlesine eşlik eden salakça bir gülümsemeyle başlar.
Geçen gece yine öyle bir rüya gördüm ki, kendi kendime sormadan edemedim “lan Yeniyetme, ne var senin bilinçaltında??” diye.
Malum, evlenme çabalarındayım bu aralar. (“Bir an önce evleneyim, yoksa evde kalıcam” şeklinde bir çaba değil bu.) E, her gelin adayının da hayalinde bir düğün vardır. İşte kendi hayalimdeki gibi bir yerdeydim rüyamda. İşin güzel yanı da evlenen bendim. Allahım o ne güzellikti öyle. Etraf yemyeşil, tertemiz bir göl, gölün kenarına, bir kısmı da gölün üzerine gelecek şekilde yapılmış ahşap bir platform. E, öyle bir yerde de kafalarını tavuskuşu gibi yapmış kadınların ortada Ankara havası oynadığı bir düğün yapılmaz. Çok hafif bir müzik, herkes gayet şık. En güzel tarafı da, bu düğün için sadece 32 TL harcamışız. Hatta babam o kadar çok para ayırmış ki, kalan parayla bana çok şık, üzeri pırlanta işlemeli bir çanta almış.


Neyse işte, ben gölün diğer tarafından seyrediyorum bu manzarayı. Eee, gelin dediğin biraz geç girer değil mi salona? Gelin odasında bekliyorum. Çok yakın bir arkadaşım da (bu yazıda To diye bahsedelim ondan) yanımda, makyajını tazeliyor. Hatta evleneceğim insanla da To tanıştırmış beni. Buraya kadar her şey çok güzel. Ama o da ne??? Müstakbel eşim bir bayan! (Ama o anda bu o kadar normal geliyor ki bana, öyle büyük bir aşk var yani ortada) Üzerinde gelinlik, salına salına dolanıyor o da gelin odasında. İkimiz de o kadar mesuduz ki!


Ama mutluluklar kısa sürer değil mi? O arada diğer gelinin birkaç yakını gelin odasının önünden geçiyor platforma doğru gitmek için. Benimki onları görünce heyecanla koşuyor onlara doğru “aaa siz mi geldiniz” diye çığırarak. Şalap şulup öpüşüyorlar. (Kıskandım mı ne?) Sonra da onların peşine takılıp güle oynaya yürümeye başlıyor diğer davetlilerin yanına doğru. Benim bütün sinir sistemim yerinden oynuyor tabi o anda. Koşa koşa gidiyorum yanına. Başlıyorum söylenmeye “salak mısın sen, bizim birlikte girmemiz lazım oraya, hiç düğün kurallarını bilmez misin sen” falan diye. Ama meğer o benden daha cazgırmış. Bir güzel cırlayıp kavga ediyoruz orada. (Rezil karı. Bak yine sinirlerim bozuldu.) “Yok ben gelemem böyle şeye” diyip resti çekiyor ve ayrılıyorum. Dönüyorum gelin odasına. To da beni teselli etmeye çalışıyor, kendini suçluyor bir yandan da. O tanıştırdı ya bizi… Böyle olacağını bilsem tanıştırmazdım triplerinde. Bu sefer ben onu teselli etmeye çalışıyorum, senin bir suçun yok, onun öküzlüğü, hayvanlığı, gerizekalılığı falan diyerek.


Bu kadar olayın üstüne davetlilere bir açıklama yapmak lazım ama biz onu da yapmıyoruz. “Hadi gidelim” diyerek To’yla çıkıyoruz dışarı. Biniyoruz arabaya. Biraz ilerledikten sonra, hala gelinlikle dolanmak garibime gitmiş olacak ki, üstümü değiştirmeye karar veriyorum. Arabayı durduruyoruz ve dışarı çıkıp camları bir şeylerle kapatmaya çalışıyoruz. Güya ben arabada üstümü değiştirirken To da bir yandan dışarıyı kontrol edecek. Ben tam kapıyı açıp arabaya binecekken arkadan nur yüzlü bir amca geliyor yanımıza. Nur yüzlü dediysem, öyle beyaz sakallı, Sırlar Dünyası’ndan fırlamış gibi bir amca değil. Bildiğin yurdum amcası işte. Nasıl masum bir yüzü var. Sanki Var mısın Yok musun’a katılmışız da, o yarışırken biz 500binlik kutuyu açmışız da, canın sağolsun üzülme, senin suçun yok der gibi bir ifadeyle bakıyor yüzümüze. Adamın arabası mı bozulmuş ne, bizim arabaya binmek istedi. Bu devirde öyle her önüne gelen alınmaz arabaya ama adam bize o bakışla nasıl bir güven verdiyse artık, hemen tamam diyip üçümüz biniyoruz tekrar arabaya.


Devamını çok merak ettim, hala da ediyorum. Biz çıktıktan sonra düğün yerinde neler oldu, kim kime nasıl bir açıklama yaptı, o amca kimdi vs… Ama telefonun sesiyle uyandım işte. (Arayan da bir başka yakın arkadaşımın eski sevgilisi. Gerizekalı yaptığı onca şerefsizlikten sonra benden kızın numarasını istiyor.) Tekrar uyumaya çalıştım belki devamını görürüm diye. Uyudum ama bu sefer de rüyamda facebook profilimin bir hacker tarafından ele geçirildiğini gördüm. Tatmin etmedi yani.


To’ya anlattım bu rüyamı. Ben onun gazetedeki yorumcular gibi bir yorum yapmasını beklerken “lan nerden çıktı bu lezbiyenlik durumu?” dedi. Korktum valla. Artık neler dönüyorsa bilinçaltımda. Tamam, arada beğendiğim bayanlar falan olur ama valla kötü bir niyetle bakmadım ben hiçbirine. Töbe töbeee


Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, babamın bana aldığı pırlantalı çanta çok şıktı. Normalde beğenmem öyle şeyleri ama bu bambaşkaydı ya. Nerde satılır ki o? Çakmasına bile razıyım…
Reklamlardan Sonrası...

2 Eylül 2009

Yaz Saçmalamacası

2 Eylül 2009

Nihayet eylül ayına girdik de yavaş yavaş serinlemeye başladı hava. Herkes mayıs haziran gibi başlarken "yaz geliyo heyoooo" diye şarkılar söylemeye, ben o dönemlerde depresif bir ruh haline bürünüyorum nedense. Ben de onlar gibi egeymiş akdenizmiş dolanabilsem belki severim bu mevsimi. Gerçi ben de egedeyim şimdi ama denize girebilmek için erkenden kalkıp 1.5 saat yol gitmek gerekince (ve bir de çevremdekiler buna üşenince) bikinimi giyip balkonda güneşlenesim geliyor. Çok sıkıcı ya!



Hele bir de akşam gezmeleri yok mu... Evler çok sıcak ya, çıkıp hava alalım bahanesiyle cümbür cemaat toplanıp, küçük, sevimli(!) bir aile çay bahçesine gideriz genelde. Gelenlerden birinin elinde bir torba çekirdek vardır zaten. Masanın üstüne yayılır peçeteler. Kabuklar için... (Çevreyi kirletmeyiz biz, giderken de hepsini bir güzel toplar çöpe atarız) O çıtçıt seslerinin muhabbet et kolaysa... "Aaa, bilmemne hanım ev değiştirmiş duydunuz mu?" "Hee duydum, teee şuradaymış yeni evi." (Bu "tee şurada", dudakların arasına sıkıştırılmış çekirdek kabuğuyla da gösterilir aynı zamanda.)



Bir de çekirdek yemediğin zaman üzerine yönelen suçlayıcı bakışlar yok mu... Sanki ben çekirdek yiyince Kürt sorunu falan ortadan kalkacak, Deniz Baykal siyasetten çekilecek, Hülya Avşar'la Gülben Ergen'in arasındaki buzlar eriyecek... Yok kardeşim istemiyorum! Ben sevmem öyle ev dışında bir yerde çekirdek yemeyi. Bir elimle kabuk atarken, diğer elimle yeni çekirdeği ağzıma götürürüm ben. Bazen ayıkladıklarımı ağzımda biriktirir, taşmak üzerelerken hepsini birlikte yerim. Ben böyle yaparken bir soru sorsanız bana, size cevap vereceğim derken dört bir yana saçılır hepsi. Eee, o zaman ne olacak benim "hanım hanımcık kız" imajıma?? Zaten arada size "tuzlu çekirdek yiyince öpüşürken zevk almıyorum" diye Ersin Korkut repliği atasım var ama, ah o imajım yok mu, susuyorum işte...



Bir de ramazan girince yazın içine, iyice garipleşti durumum. Salça yaparken oruçlu olanlar var diye domates de yiyemedim zaten.



Neyse ki yaz bitiyor, eylül geldi ve dizilerin yeni sezon bölümleri başlayacak. Hayatıma bir renk katılacak böylece. Yaz boyunca Cennet Mahallesi ve Arka Sokaklar'ın izlemediğim bölümü kalmadı sanırım. Şimdi merakla bekliyorum, Behlül'le Bihter'i kim gördü, Samim'le Meliha'nın durumu ne olacak... Ayrıca Ali Rıza Bey, yaşadığı o kadar şeye rağmen kalp krizinden ölmedi ya, Ferhunde'yi o evde görünce de bir şey olmazsa, adamın cyborg olduğundan emin olacağım. Bak şimdi iyice merak etmeye başladım, yeni sezon bölümü bu akşamdır umarım.

Yaşasın! Yaz monotonluğumun bugünkü son eksiği de tamamlandı ve annem bu saatte hala yatmadığım için kızdı bana :) (Saat 06.06, biri beni düşünüyor :) ) Sanki sabah erken kalkınca çok yol alacağım :)



Satırlarıma "yaz bitiyo heyoooo" diye çığırarak son veriyorum. Erkenden yatayım da Yaprak Dökümü başlayana kadar uykumu almış olayım. Saati mi kursam acaba??






Reklamlardan Sonrası...
 
...YeniYetme... © 2008. Design by Pocket