19 Ocak 2010

Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği

19 Ocak 2010

Aslında yazılması gereken çok şey bugün. Ama Ağca'nın bir kahraman gibi karşılanıp Sheraton'da özgürlüğünün tandını çıkardığı ve Erhan Tuncel'in gardiyan olmak için başvurduğu (ve cezasının kesinlik kazanmamasından dolayı başvurunun kabul edildiği)  şu günlerde yazacak bir şey yok. Tükendi kelimeler...


Sadece bu yazıyı tekrar yazmak istiyorum. Hatırlatmak, hatırlamak adına...




Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği



Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım.
2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim.
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim.
Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
"Ya sabır" çeke çeke...
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.
Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.


Kara mizah


Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı.
Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.


"Türk Devleti adına"


İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu.
Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen.
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.
Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.


Güvercin gibi


Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler.
Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?"
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?



"Ölüm-Kalım" dedikleri


Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.


Ürkek ve özgür


Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.




                                                                                    Hrant Dink
Reklamlardan Sonrası...

12 Ocak 2010

Düşün, düşün ki anne....

12 Ocak 2010
Bi mucize bekliyorum sadece...
Nereden, nasıl gelirse gelsin...


Annemi özledim... Her şeyi bırakıp kısa bir süre de olsa yanında olmak istiyorum.

Çocuk olmayı özledim ben. Gerçi o zaman da çok güzel değildi her şey. Ama mutluydum yine de. Anlamıyordum... Şimdi... O kadar çok acıyor ki içim... Kime kızmam gerektiğini de bilmiyorum. Ya da kızılacak biri olup olmadığını...


Sadece şunu biliyorum. Ben "gerçek" bir aile kurmak istiyorum. Benim çocuklarıma da yaşatmayacağım bunları... Eğer buysa olması gereken, her çocuk bunları yaşamak zorundaysa, istemiyorum ben çocuğum olmasını... 




ÇOCUKLUK AŞKI

Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm,
Ilık ellerimden tut, beraber götür beni,
Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm,
İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni.

Şu renk renk toplara bak, anne, ne güzel renk renk
Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor,
Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk,
Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor.

Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda,
Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim,
İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda,
Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim!

Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa,
Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda?
Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmaya,
Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda?

Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır,
Çocuk kalplerinden mi yaparlar hep onları,
Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır,
Hatıralarımızın en tatlı oyunları?

Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle,
Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız?
Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile,
Bütün zenginliğimi verir onu alırız.

Ceyhun Atuf KANSU
Reklamlardan Sonrası...

9 Ocak 2010

Biri durdursun şu palyaçoları!!!

9 Ocak 2010
Uykumu düzene sokamıyorum diye debelenip duruyordum, şimdi de çok gereksiz bir düzene girdi. Ya akşam 11e kadar zor dayanıyorum. Televizyon karşısında uyuyakalıyorum sürekli. Gece 2-3 gibi uyanıyorum ve en az bir saat yatakta döndükten sonra zorla tekrar uyuyorum ve sabah 6da uyanıyorum. Sevmedim ben bu işi ya.


Zaten uyku konusunda çok hassasımdır, bir de saçma sapan rüyalar görünce iyice bozuluyor psikolojim yaw. Her gece en az iki tane hem de! Bu gece, birinde annemle babamın bana sürpriz yapıp buraya geliyorlardı. İşten geliyorum babam açıyor kapıyı. İnsan bi sevinir, ay annecimle babacım gelmiş, koşup boyunlarına sarılayım falan moduna girer ama ben üçbuçuk atmaya başladım. Dün temizlik yaptım ama annem beğenmez kesin, ağzına geleni söyler şimdi bana sen nasıl kızsın falan diye şekilden şekile giriyorum. Bu temizlik içi epey dert olmuş benim içime ya.


Diğer rüyam çok daha kötüydü ama. Nefes nefese uyandım walla. Palyaçolar kovalıyordu beni! Hem de gelinlik giymiş palyaçolar!! Kendimi bildim bileli hiç sevemedim şu palyaço denen gereksiz şeyleri. Bir de ilkokuldayken hangi akla uyduysam Stephen King'in "O" diye bir kitabı vardı, onu okumuştum. Ondan sonra ciddi ciddi korkmaya başladım palyaçolardan. Ama sağolsun bu rüya sayesinde oturup düşündüm biraz ve buldum günlerdir içime çöken sıkıntıyı. Ben evlenmekten korkuyorum ya! Millet nikaha 1-2 hafta kala girer bu moda genelde, bizim daha tarih bile belli değil ama gerildim şimdiden ya. Kafama takılan o kadar çok şey var ki. Çevremde rahat rahat konuşabileceğim, uygun kriterlerde biri de yok. Kendi kendime içimi sıkıntı yapmaktan başka bir şey yapmıyorum ben şimdi. Ama cidden çok korkmaya başladım ya. Of offf.... Çok gerginim çok.


Neyse ya, daha fazla yazmak istemiyorum bu konuda. Tek başına oflayı püflemek daha zevkli :)
Reklamlardan Sonrası...

8 Ocak 2010

WC molası

8 Ocak 2010

Bir gün de dertsiz çıkayım karşına değil mi? Ama yoook. Beni insanlıktan çıkaran bir şey çıkar mutlaka. Çıkmasa bile ben çıkartırım, bu konuda çok başarılıyım valla. İnsan olmayı sevmiyorum sanırım ben. Bir şey olacak, bir şey yapacağım ve sonra kendi kendime söyleneceğim insanlıktan çıkıyorum ben diye. Hayvan gibi oldum ben ya, bildiğin hayvan ama! Ya inan 15 cm'lik sevimli (!) etobur sukaplumbağam bile benden daha hareketli yaşıyor ya. Öyle içime kapandım, vah vah depresyondayım falan demiyorum ha. Bildiğin bi hayvan oldum ya. Yiyip içip yatıyorum. Yatarken de boş durmuyorum, saçma sapan şeyler kuruyorum sürekli kafamda. (Benim acilen işe dönmem lazım tekrar, Müge Anlı seyretmek yaramıyor bana.) Çok garip bi yaratık oldum ne yalan söyleyeyim. Ev leş gibi oldu, temizlik yapmam lazım, ondan önce de yapmam gereken çok iş var ama ben tuvalete gitmek için bile zor kalkıyorum yataktan. Biraz önce idrar kesemdeki baskıya dayanamadım ve yorganımı üzerimden atıp tuttum wcnin yolunu. Gittim, işimi gördüm, oh ne güzel, mutluluk budur tarzına bi gülümsemeyle çıktım, ellerimi yıkadım, havluyla kucaklaştım ve büyük bir özlemle sıcacık yatağıma doğru yürümeye başladım. Ama bi sıkıntı var içimde, bi anormallik falan var yani. Birkaç saniye durdum odamın kapısında neyi eksik yaptım ben diye. Ulan, dedim, acaba donumu falan mı toplamayı unuttum, baktım üstüme her şey gayet normal. Sonra şırrrr diye bi sesle kendime geldim, anında yüzüm gözüm yer değiştirdi. Lan ben şimdi gittim tuvalete, hem yapmıştım orda ya, unuttum mu yoksa, lan bi insan tuvalete gidip de asıl yapması gereken şeyi yapmayı unutur mu, al gördün mü altına yapıyon şimdi evi de temizlersin artık falan diye düşünüyordum ki, sesin musluktan geldiğini anladım. Rahatladım valla ya, temizliği daha sonra da yapabilirim nasılsa.



Neyse ya yeter bu kadar mola, yatağıma giriyorum ben tekrar.



Reklamlardan Sonrası...
 
...YeniYetme... © 2008. Design by Pocket